Saat: 00.30. Eve doğru yürüyorum. Uyumadan, unutmadan attığım her adımda parça parça içime dolan cümleleri toparlayıp aktarmak istiyorum yazıya. Hadi bir deneyelim… Saat: 01.00 Bir masa düşünelim şimdi… Bir Ürdünlü, bir Kadanalı, Türk asıllı bir Suriyeli, bir İngiliz ve birkaç Türk. Herkes son derece iyi giyimli, iyi eğitimli, dünyaları gezmiş, hikayeler biriktirmiş. Ortak projeler, eşler, işler, güçler, rastlantılar karşılaştırmış bir şekilde herkesi. Restoranın şık bir masasında oturuyoruz. Etrafı titizlikle şekillendirilmiş bir bahçe, ilerisi sağı solu okyanusa açılan bir deniz. Sunumlar ilginç, hepimiz keyifle izliyoruz, merakla tadına bakıyoruz. Birbirimizi tanımaya çalışıyoruz bir yandan. Güzel bir akşam olacak daha başından belli. Farklı lisanlar, sohbetler birbirine karışıyor. Herkesin, birbirinin toprağıyla ilgili ufak tefek fikri var. Biri yıllar önceki geldiği Antalya tatilini anlatıyor, diğeri İstanbul' un hatırladığı sokaklarını. Kanada'nın farkını anlatıyor bir diğeri, dünyanın diğer ülkelerine göre. Sohbet konusu her şeyden, her yerden... ''Ellerinden öperim'' demek, büyüğümüzün ellerinden öpmek saygıdandır bizim kültürümüzde diyoruz. Herkes onaylıyor, ''Bizde de önemlidir el öpmek'' diyorlar. Yine bu gece öğreniyorum, bayramlarda sadece bizim çocuklarımız ve çocukluğumuz değilmiş, el öpünce harçlık alan. Üç gündür, ince belli bardakta içemediğim çayı beklerken öğreniyorum, çay demlemeyi bilmediklerini. Bizim için ütünün fişini çekmiş olmak, araba kapısı kilitlemek, ocağın altını kapatmak kadar hayatın akışında bir eylemken çay demlemek… Kokusunu evin içinde usul usul duymak; güne demli bir fincan çayla başlamak, mutlulukken... Sadece bir çayla dizelerde hüznü de, sevdayı da, öfkeyi de, yalnızlığı da anlatabilirken bizler... Onlar, çayı nasıl demlediğimizi merak ediyorlar. Kanadalı diyor ki ''Benim kuaförüm bir Türk, adı İsa, çok becerikli'' ; ''İçinde sanat olan konularda hep iyiyizdir'' diyoruz. İsa bizi gururlandırıyor bu akşam. Türk asıllı Suriyeli, ''Beşiktaşlıyım ben, ya sen?'' diye soruyor. Futbol bilgim, ikinci soruyu sorsa, hiçbir dilde cevap veremeyecek kadar da olsa, mutlulukla cevap veriyorum. Suriyeli, ''Bizler, tadı birbirine geçsin diye, etli dolma tenceresinin tabanına, pirzola koyarız'' diyor. Kanadalı, bir başka yemeği tarif ederken, yoğurtla birlikte pişirdiklerini anlatıyor. ''Deneyin mutlaka'' diyor. O, yoğurdu pişirmekten bahsededursun, bu kadar farklı kültürlerin, iki ayrı dilini, nasıl da zarif geçişlerle kullandığını hayranlıkla izliyorum. Arada sohbetler bölünüyor. İş konuşanlar, çocuklarını anlatanlar, etrafın fotoğrafını çekenler, yarınki programını birbiriyle paylaşanlar, şuraya da mutlaka gitmelisin diyenler… Tatlılar bitiyor, çaylar sohbete eş birbirini takip ediyor. Ve gecenin sonu geliyor. Aynı dilde yaşamayan bu kalabalık masa, aynı samimiyetle vedalaşıyor. Eve doğru yürürken düşünüyorum…. Bizler hiç konuşmadan sadece göz göze gelerek bile birbirimize karşı yargılar, mesafeler oluşturuyoruz çoğu zaman. Birini sevip sevmemeye, sesinin tonundan karar verebiliyoruz. Üstüne başına bakıp, ''Değer mi bir şeyler paylaşmaya?'' diye düşünebiliyoruz. Yetiştiği şehrin, yaşadığı ülkenin bize bir sebep sunduğunu düşünüyoruz iyi ya da kötü. Hep kendimize benzeyenleri arıyoruz. Bunu yaparken de ayırıyoruz, ayrıştırıyoruz. Böyle daha güvende daha mutlu oluruz sanıyoruz. Aynı dünyanın farklı yollarından gelip de kesiştiğimizde bir şekilde; istiyoruz ki dokunmadan geçelim birbirimize. Ama unutuyoruz, birbirimizin hikayelerinden besleniyoruz, birlikte büyüyoruz. Gökkuşağı yedi renk olur muydu, birbirine karışmasalar? Sohbetlerimiz birikmedikçe, anılarımız çoğalmadıkça lezzetlenir miydi hayatlarımız? Anlatarak ve dinleyerek öğrendiklerimiz, uzaktan birbirimize bakarak sandıklarımızdan hep daha fazlası değil miydi aslında? Unutuyoruz… Zihnimizdeki ve kalbimizdeki küçük büyük kelepçelerimizden tane tane kurtulmak mümkün mü dersiniz? Mümkün olduğu zamanların hayaliyle son sözüm öyleyse… Kalabalık kahkahalara yer açtığımız, hoşgörülü güzel günlere ''hep birlikte''...