Baharın yüzünü iyice gösterdiği günlerde hazırlıklar yapılır, yaylaya göçler başlardı.

İlkokul öğretmenim çok sert mizaçlı birisiydi. Sudan sebeplerden bile fındık çubuğunu kapar adamakıllı döverdi bizi. Okullar tatil olsa da yaylaya gidip okul açılana kadar inek beklesem, okula hiç gitmesem isterdim.

Yaylanın ve yaylacılığın Karadeniz insanındaki karşılığı dikkat çekicidir. Yayla sezonunda hayatın şekli değişir. Meşguliyetler artar, sosyal ve kültürel hayat daha bir renk kazanır. Gurbetçiler bu mevsimde sılaya akar, hasretler dindirilir, mutluluklar yüzlere yansır. Duygular kabarır, yüreklerdekiler dillere dökülür; türkü olur, uzayan yollarda, ıssız dağlarda yankılanır gider. Yöresel ekonomi canlanır, hayat bereketlenir, herkes bundan az çok nasibini alır.

Yayla neşedir, berekettir, sağlıktır; ilaç gibi gelir yöre insanına. Otu hayvana, sütü, yağıpeyniri ise insana hayat katar…

Göç günü gelince annem inekleri bir güzel süsler, kelekleri ve zilleri boyunlarına takar ve ahırdan çıkartırdı. İnekler yaylaya gideceklerini anlardı. Nazlanıp öteye beriye koşar, yola girene kadar bayağı bir zahmet çekerdik. Yola girdik mi sadece arkalarından takip ederdik. İnekler kadar ben de mutlu olurdum; çünkü okullar tatil oldu ve yaylaya gidiyoruz. Bu yolculuğumuz yaklaşık üç dört saat sürerdi. İlk konağa varınca ineklerin bazıları yorgunluktan yatmak ister, bazıları da önden gidip ahırda bir önceki yıl bağlı olduğu yerde durur ve bizi beklerdi. Babaannem, 'Yedirelim inekleri yoldan geldiler, hamlamışlardır, yatsınlar. Bugün daha çıkarmayacağız onları' derdi. Yayla yolculuğunun ilk günü böyle biterdi.

İlk göçümüz köye yakın Kiraz Yaylası'na olurdu. Burada yaklaşık yirmi-otuz gün kalır, asıl yaylacılığın başlayacağı bir üst yaylamız olan Lapazan'a göç ederdik. Araba yolunun olmadığı yatakların, yorganların, kap kacağın ve de en önemlisi süt makinesinin sırtta taşındığı patika ve sarp yollardan yaylaya varırdık. Hele de Ayı Kayaları dediğimiz yer çok sarp olduğu için, abim önden gider, ahır küreği ile kötü olan patika yolunu düzeltmeye çalışır, bizim rahat geçmemizi sağlardı. Bu zor yeri geçtiğimizde değişik bir his içimizi doldururdu. Çünkü Lapazan Yaylası görünmeye başlamış ve yolun en zor olan kısmını geçmiştik artık. Yayla evimize vardığımızda çatıdan sacın birini koparır, içeri girer ve çivi ile arkadan çaktığımız kapıyı açarak eşyaları içeriye alırdık

Evimizin hiçbir zaman kilidi olmadı, gündüz bir yere gittiğimizde üstüne çeker bırakırdık. Akşamları da içeriden karağını (yayla evlerinde olan asma kilidi) takardık. Annem ve ablam ev temizliğine başlar, ben de evin üst tarafında, kalif (taştan yapılan küçük ev) dediğimiz evin duvarlarını onarırdım. Annem iki üç gün kaldıktan sonra köye döner; dönüş o dönüş, en az iki ay köyden hiç kimse gelmezdi.

Ana hasreti, köy özlemi başlardı ilk günden. Bitecek gibi, dinecek gibi değildi. Biz yayla çocukları evlerimizin arka tarafındaki sırttan hep patika yolu gözlerdik artık. Geleni görürdük; ama mesafe çok uzak olduğu için tanıyamazdık. Gittikçe yaklaşan ve bizi merak ve heyecana sürükleyen yolcu kim? Bize mi geliyor, yoksa derenin karşısındaki evlere mi gidiyor…

Dört gözle yollarını gözlediğimiz kişi, iyice yaklaşıp yol ayrımından karşı mahalleye sapınca hayallerimiz yıkılır, içimizi keskin bir hüzün kaplardı. Gözlerimiz dolar, umutlarımızı bir sonraki güne saklardık.

Ne günlerdi…

Hasretler, imkansızlıklar, yorgunluklar yaylacının kaderidir.

Yayla çimenindeki çocuk oyunları, yayla şenlikleri, horonlar…

Yol üstü sohbetleri, akşam barakasları (muhabbet) ve köyden gelenlerle giderilen hasretler ile tüm zorluklar unutulur, her şeye rağmen neşe ve mutluluk ile hayata umutla bakardık…

Basın İlan Kurumu Antalya Şube Müdürü Nedim ENGİN