Amerikan istisnacılığının sonu

Amerika'da Afro-Amerikalı bir vatandaşın beyaz bir polis tarafından insanlık sınırlarını zorlayan bir şekilde öldürülmesini takiben hem ABD hem de başka birçok ülkede ırkçılığı ve her türlü ayrımcılığı lanetleyen protesto gösterileri düzenleniyor.

İlginç olan Amerika dışında düzenlenen gösterilerin çoğunun hemen hemen demokrasi ile yönetilen ve insan haklarına liberal/evrenselci açıdan bakan ülkelerde ortaya çıkması.

İnsanların etnik, ırk, renk, din, cinsiyet ve dil eksenlerinde farklı aidiyet kümelerine ayrılmasını yanlış bulan liberal/evrenselci anlayış, bütün insanların doğuştan gelen, tanrısal bir şekilde kendilerine bahşedilen ve hiçbir şekilde kendilerinden geri alınamayacak evrensel haklara sahip olduğunu varsayar. Önemli olan kanunlar önünde herkesin eşit olması ve hiç kimsenin doğuştan getirdiği bazı özellikleri nedeniyle ayrımcılığa tabi tutulmamasıdır.

Bu anlayışın dünyadaki en önemli savunucularının arasında hiç kuşkusuz Amerika Birleşik Devletleri de var. Kendilerinin istisnai ve seçilmiş bir ulus olduğunu düşünen Amerikalılar liberal/evrenselci insan hakları anlayışını dünyanın diğer bölgelerine yaymayı Tanrının kendilerine verdiği ilahi bir misyon olarak görürler. Amerika'nın kurucu belgelerinde, 1941 tarihli Atlantik Bildirisi'nde ve 1948 tarihli Birleşmiş Milletler Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi'nde Amerikan istisnacılığının ayak izlerini görürüz.

Dünyada ABD'den başka hiçbir devlet, diğer ülkeleri liberal/evrenselci insan hakları anlayışı çerçevesinde dönüştürmeyi diş politikasının merkezine koymaz. Kuruluşundan bu yana Amerika'nın dış politikasına yön veren iki önemli motivasyon olmuştur. Birincisi dünyanın hiçbir bölgesinde Amerika'nın küresel liderliğine tehdit oluşturacak bölgesel hegemonik bir gücün ortaya çıkmamasıdır. Geçmişte Almanya ve Sovyetler Birliği'ne karşı yürütülen sıcak ve soğuk savaşlarla günümüzde Rusya, İran ve Çin'in yükselişlerini baskılamak adına alınan her türlü tedbir bu anlayışın gereğidir.

İkinci önemli motivasyon 'kendi kaderini belirleme' prensibi üzerinden Amerika'nın siyasi değerlerinin başka ülkelere yayılması ve dünyada liberal demokrasiyle yönetilen ülkelerin sayısının artmasıdır. Ne kadar fazla ülke liberal demokratik değerler etrafında yönetilirse Amerika o kadar güvende olacaktır. Amerika'nın sınırları dışına asker yollamaması, başka coğrafyalardaki reelpolitik güç mücadelelerinden uzak durabilmesi ve kendisinin sağlıklı işleyen bir liberal demokratik devlet olarak yaşamaya devam edebilmesi liberal/evrenselci insan hakları anlayışının diğer halklar tarafından benimsenmesine yakından bağlıdır. Dünyanın liberal demokratik değerler etrafında dönüşümünün nasıl olması gerektiği noktasında Amerikan dış politika ve güvenlik eliti arasında farklı stratejiler savunulsa da, Amerika, dönüştürücü ve değer ihracı odaklı dış politikası bağlamında diğer ülkelerden ciddi şekilde ayrılır.

Bu çerçeveden bakıldığında Amerika ve dünyanın başka ülkelerinde son günlerde yaşanan sokak gösterileri Amerikan istisnacılığı ve Amerika'nın başka ülkelere model olma özelliğini ciddi şekilde erozyona uğratıyor. Artan sayıda insan bırakın model olmayı Amerika'nın hızlı bir şekilde literatürde 'başarısız' olarak tanımlanan devletlerden birine dönüştüğüne inanıyor. Irkçılık, gelir eşitsizliği, cinsiyet ayrımcılığı, yabancı düşmanlığı ve toplumsal ve siyasi kutuplaşma noktalarında Amerika şu anda kimseye örnek olacak halde değil. Bunlara Amerikan şehirlerinin çoğunda gözlenen altyapı eksiklikleri ve Koronavirus salgının yönetilmesi noktasında Trump yönetiminin sergilediği başarısızlığı da eklerseniz Amerika'nın yumuşak gücünde yaşanacak erozyonun devam edeceğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

* * *

Uluslararası hukuku dikkate almayan, uluslararası örgütlerin meşruiyetlerini sorgulayan, imzaladığı anlaşmalardan çekilen, önceliklerini başkalarına dayatma noktasında askeri gücünü pervasızca kullanmaktan çekinmeyen, ekonomik güç araçlarını siyasi sonuçlar devşirme noktasında silah gibi kullanan, inandığı liberal değerlerle çelişme pahasına illiberal/otoriter populist yönetim ve siyasi hareketlere kol kanat geren Trump yönetimi, Amerika'nın küresel ölçekteki inandırıcılığı, güvenilirliği ve meşruiyetine ciddi şekilde zarar veriyor.

Küresel hegemonyanın tesis edilip sürekli bir şekilde üretilmesinde maddi güç imkanları kadar başka ülkelerin gözünde sahip olunan meşruiyet ve rıza da çok önemli.

Bu açıdan bakıldığında Amerika'nın şu anda ayağına kurşun sıktığını iddia etmek yanlış olmaz. Çin'e karşı yürütülen çevreleme ve baskılama stratejisinin başarılı olabilmesi Amerika'nın kendi safını sıklaştırmasına bağlı. Bu mücadeleyi tek başına yürütemez. Bu minvalde en önemli desteği liberal demokratik siyasi değerlere sahip olan Avrupa ve Asya'daki geleneksel müttefiklerinden alabilir. Ama Amerika'nın müttefikleriyle arası bu son yaşananlardan sonra daha da açılacak gibi.

Herhalde bu durumdan en fazla Çin, Rusya, İran ve Kuzey Kore başta olmak üzere son zamanlarda Amerika'nın gazabına mazhar olan ülkeler mutlu oluyorlardır. Uygur bölgesi ve Hong Kong'da Çin'in uyguladığı aşırı güvenlikçi politikalar hızlı bir şekilde dünya gündeminin alt sıralarına kaydı bile. Amerika'nın Çin Komünist Partisi'nin otoriter, güvenlikçi ve illiberal politikalarını eleştirmesini ve bu minvalde Çin'e karşı güçlü bir blok oluşturmasını mümkün kılacak ahlaki zemin giderek kayboluyor. Bunun da ötesinde Amerika'nın hızlı bir şekilde kaybettiği ahlaki zemin başta Çin olmak üzere diğer küresel ve bölgesel aktörlere daha iddialı ve agresif bir dış politika takip edebilme imkanı sunuyor. Bunun belirtilerini her geçen gün daha fazla görüyoruz.

İçinden geçmekte olduğumuz günleri daha da riskli hale getirecek bir gelişme ise içeride ve dışarıda ciddi meşruiyet krizleri yaşayan Trump yönetiminin seçim atmosferinin iyiden iyiye kızıştığı bu günlerde dünyanın herhangi bir bölgesinde yeni bir askeri maceraya girişmesi olur. Pandemi sürecinde zaten ciddi bir ekonomik daralma yaşayan dünya bu durumda daha da çalkantılı ve kaotik bir yere dönüşür. Allah hepimizi korusun.