Bir zamanlar, Doğu Anadolu’nun kalbinde, tarihin derinliklerinden gelen bir şehir vardı, Bitlis. Bu şehir, her köşesinde geçmişin izlerini taşıyan bir hazine gibi parlıyordu. M.Ö. 2000 yılına kadar uzanan köklü geçmişiyle farklı uygarlıkların gölgesinde yeşermişti. Bitlis’in sırtında yükselen Nemrut Krater Gölü, bir zamanlar patlayan bir volkanın kalıntısı. Gölün çevresi, yeşilin bin bir tonunda bir doğal örtüyle kaplı. Gölün sakin sularında yüzen yansımalarda, eski zamanların hatıralarını görmek mümkün. Ziyaretçiler, bu doğal güzelliğin etrafında yürüyüş yaparken gökyüzünün ve doğanın huzurunu kalplerinde taşıyorlar.
Şehrin diğer bir güzelliği ise Ahlat’ın kalbinde yer alan Selçuklu Mezarlığı. Burada, taşların üzerinde işlenmiş zarif süslemeler ve kitabeler, Selçuklu döneminin ihtişamını ve zarafetini anlatıyor. Mezarlığın derinliklerine doğru adım atanlar, taşların geçmişin fısıldadığı sırlarla dolu olduğunu hissedebiliyor. Bitlis Kalesi, şehrin tam ortasında gururla dimdik duruyor. Bu kale, binlerce yıl boyunca birçok medeniyetin gözdelerinden birisi oldu. Kalenin yüksek surlarından bakıldığında, şehrin ve çevresinin nefes kesen manzarası bir tablo gibi gözler önüne seriliyor. Kale, eski zamanların savaşçı ruhunu ve tarihini yansıtıyor.
Eski Bitlis Şehri ise adeta bir zaman makinesi gibi. Osmanlı dönemine ait taş evler ve daracık sokaklar, geçmişin kokusunu taşıyan bir labirent gibi ziyaretçilerini bekliyor. Her adımda, tarih kokulu taşların arasından geçerken geçmişin sırları açığa çıkıyor. Bitlis tarih boyunca pek çok medeniyetin etkisi altında kaldı. Urartular, Persler, Romalılar, Bizanslılar, Selçuklular ve Osmanlılar şehirde izler bıraktı.
Şehir, sadece tarihi değil, aynı zamanda doğa harikalarıyla da ünlü. Van Gölü’nün etrafında yapılan yürüyüşler ve gezintiler, insanın ruhunu dinlendiriyor. Adilcevaz Gevaş Yarımadası, gölün üzerine uzanan bu doğal güzellikler arasında, ziyaretçilere eşsiz bir manzara sunuyor. Ahlat Şelalesi ise suyun pırıl pırıl akışıyla etrafı serinletiyor ve doğanın şefkatli kollarında huzur veriyor ve işte Bitlis, tarihinden gelen bu zengin mirasıyla ziyaretçilerine hem geçmişin derinliklerine hem de doğanın büyüsüne dair unutulmaz bir yolculuk sunuyor. Her köşesinde saklı olan bu güzellikler, şehrin kalbinde yankılanan zamanın melodisiyle birleşiyor ve ziyaretçilerin ruhlarında derin izler bırakıyor.
PEKİ, BİTLİS’İN İSMİ NEREDEN GELİYOR?
Bitlis’in günümüzde kullanılan isminin kökeni kesin olarak bilinmiyor. Ancak tarih boyunca Bitlis, farklı isimlerle anıldı. Asurlular bu bölgeyi Bit-Liz, Persler ve Yunanlılar Bad-Lis veya Bad-Lais, Bizanslılar ise Bal-Lais-on, Babaleison veya Baleş olarak adlandırdılar. Araplar Bad-Lis, Ermeniler ise Pageş veya Pagişi adını kullandı. Asur dilinde ‘Bit’ kelimesi ‘yurt’, ‘Bet’ kelimesi ise ‘kale’ anlamına gelir. Dolayısıyla, Bit-Liz ‘Liz'in Yurdu’, Bet-Lis ise ‘Liz'in Kalesi’ anlamına gelir.
Şehrin adının kaynağı tam olarak bilinmese de tarihçilerin mutabık olduğu olay şöyle; M.Ö. 336’da Makedonya Kralı II. Filip’in ölümüyle yerine Büyük İskender geçti. Şerefname’de Büyük İskender’in, Zülkarneyn olduğu iddia edilse de bu görüş kanıtlanmış değil. Babil’i işgal eden İskender, Hindistan seferi öncesi alnındaki boynuz benzeri et parçası nedeniyle şifa aradı ve Bitlis’e geldi. Burada Kösür ve Rabat sularının birleştiği yerde konakladı. Kösür Suyu’nun hastalığına şifa verdiğini gördü. İskender, suyun kaynağına gitmek için bölgedeki suları araştırdı ve sonunda şifanın kaynağını buldu. Bu yerin güzelliği karşısında birkaç gün konaklamaya karar veren İskender, şifa bulduktan sonra Bedlis adındaki komutanına, Rabat ve Kösür sularının birleştiği yerde sağlam bir kale inşa etmesini emretti.
Komutan, bir yıl içinde M.Ö. 331’de kaleyi tamamladı ancak İskender’in kalenin teslim edilmesi talebini reddetti. İskender, kaleyi kuşattı fakat alamayınca geri çekildi. Komutan, İskender’in geri çekilmesinin ardından kalenin anahtarını sundu ve şehri teslim etti. İskender, komutanı ödüllendirerek şehre Bedlis adını verdi ve zamanla bu isim değişerek günümüze Bitlis olarak evirildi.