Antalya çok zengin bir bölge… Laf olsun diye söylemiyorum bunu. Yani herkes memleketini över ya da sevdiği insanlarla ilgili afili laflar eder ya; gerçekten bu anlamda bir giriş cümlesi kurma derdinde değilim. Antalya hem doğası, hem tarihi değerleri itibarıyla müthiş bir zenginliğe sahip… Peki, ne kadarını tanıyoruz bu enfes doğanın, bu muhteşem tarihin? Örneğin Perge’ye ne kadar gittik? Hatta gittik mi acaba? Phaselis’e, Termessos’a, Myra’ya, Limyra’ya, Arykanda’ya, Patara’ya? “Bir kere gittim" diyenler çıkacaktır bu şehirlerden herhangi birine… Bir kere, iki kere gitmekle bitmeyecek, tükenmeyecek antik kentlerden bahsediyorum; ama en azından bir uğramış olmak bile önemli, değerli. Antalya’da, buralara hiç yolunu düşürmemiş on binlerce insan yaşadığına eminim. Arka bahçesini, hemen burnunun ucundaki geçmişi bilmeyen, merak etmeyen, hiç ilgilenmeyen on binlerce insan. Böyle bir ortamda kent bilinci ne kadar gelişebilir? Dahası kent bilincinin gelişmesi için yöneticiler ne yapıyor? Kaç yönetici çaba gösteriyor?
Tarihi alanlarda organize yağma
Bu soruları uzattıkça uzatabiliriz, fakat yanıt pek değişmeyecektir. Birkaç ismi ayrı bir yere koyarsak çoğu yöneticinin bunlara zaman ayıramayacak kadar meşgul olduğunu, hatta ‘çok değerli’ zamanlarını ‘daha değerli’ işlerde harcadıklarını söyleyebiliriz. Zamanları ‘çok değerli’ ve kentte yapılacak ‘daha değerli’ işler var. Ne gibi mesela? Efendim imar işleri var, inşaatlar var, ihaleler var, kente rant kazandırmak var, turizm var, oteller var, artı değer getiren projeler var, yani bal var, kaymak var. Kim elini baldan, kaymaktan çıkartıp da yıkık dökük yapıların, çalı kaplamış, diken bürümüş alanların içine sokar ki? Tabii kenti yönetenler sırtını dönünce bu alanlar soyguncuların, hırsızların, talancıların, definecilerin eline kalıyor. Geçen sene gördüğünüz arkeolojik bir eseri, antik bir detayı bu yıl gittiğinizde göremeyebilirsiniz. Ya çalınmıştır, ya kırılmıştır, ya da dinamitle patlatılmıştır. Antik kentler köstebek yuvası gibi. Bazılarında resmen inşaat şantiyesi gibi iskeleler kurulmuş, dev tüneller açılmış, dinamit düzenekleri kurulmuş. Sağda solda mazot dolu pet şişeler… Hırsızlar jeneratör kurup öyle çalışıyor antik alanlarda. Organize, koordine bir yağma… Kültürel ve tarihi mirası bu yağmacı talanından korumak için çırpınan, didinen, canını dişine takan insanlar var, hatta sayıları da oldukça fazla. Fakat hırsızlık bu kadar yaygın ve organize olunca, hiçbirine yetişilemiyor. ‘Organize’ sözcüğünün altını çiziyor ve ortaya bırakıyorum. Bu boyutta bir yağmanın devletten, kamu kurumlarından, resmi görevlilerden habersiz yapılması çok akla uygun değil. İnsanlar kendi aralarında fısır fısır konuşuyor bunları, ama bir kanıt, bir kayıt yok. Belki var da; yok…
Mühendislik harikası su kemerleri
Cumartesi günü Aspendos’taydık. Bir arkadaş grubu olarak keşif gezilerine çıkıyoruz arada sırada. Birlikte geziyor, birlikte tanıyoruz Antalya’yı, tarihi eserleri, arkeolojik alanları. Aspendos Tiyatrosu’nu bilmeyen yoktur. Yoldan çevirdiğinize sorun, on kişiden sekizi kesin bilir. Fakat o kadar… Tiyatronun üstünde muhteşem bir antik kent olduğunu, arka tarafındaki ovanın üzerinde mühendislik harikası su kemerlerinin, sifonların, su kulelerinin yükseldiğini kaç kişi bilir? Gezi ekibimizdeki birçok arkadaş bile bilmiyordu mesela… Çok şaşırdılar ve etkilendiler. Gerçekten etkileyici bir kenttir Aspendos. Bazilikasıyla, agorasıyla, tapınağıyla, anıtsal çeşme ve meclis binasıyla, sütunlu caddeleriyle büyüleyici bir kent karşılar sizi masa gibi düz tepenin üstünde. Coğrafyada ‘mesa’ deniyor bu yüzey şekillerine. Çok güzel Türkçeleştirmişiz, ‘masa’ demişiz bu yükseltilere. Antalya merkezdeki Masa Dağı böyle bir coğrafi oluşum mesela. Perge akropolü, Sillyon ve Aspendos kentleri de bir masanın üzerine yayılmış.
Burnumuzun ucundan haberimiz yok
Öndeki, yani sahne ışıklarının altındaki tiyatroyu pazarlayan devlet ve turizmciler, Aspendos’u perdenin arkasında tuttular yıllarca. Kazılar 10 yıl önce filan başladı. Oysa sadece tiyatro değil su kemerleri de eşsiz. Kente 25 kilometre uzaktan su getiren sistem, muhteşem ve benzersiz bir mühendislik becerisinin anıtı. Suyu o uzaklıktan getirip önündeki yaklaşık 1 kilometrelik ovayı da kemerlerle geçen dönemin mühendisi, yaklaşık 20 metre yüksekliğinde devasa iki sifon ve su kulesi kurarak basınç sağlamış. Yani akropolde, kentin en yüksek noktasında evini kuran bir Aspendoslu, sabah uyandığında yüzünü gürül gürül akan bir suyla yıkıyordu. Kentin anıtsal çeşmesinde sular çağıldıyor, kanallarından hayat akıyordu. Kaç kişi biliyor? Böyle bir değer, böylesine bir zenginlik bir Avrupa ülkesinde olsa, her santimini tanıtır, pazarlar, özel uçak seferleri koyup dünyanın her yerinden turist çekerlerdi. Peki biz? Bizim ilgimizi çekmiyor.