Gecikmiş bir yazı…

Uzun bacaklı bir kadındı. Yüksek topuklu ayakkabılar giyer,koşar gibi, öne doğru yıkılarak yürürdü.
Güzel değildi, şefkatli hiç değildi.
Ona ait anılarım da fazla değil. Kızı vardı Hale Abla.
Eşi Mustafa Bey.
Galiba belediyeciydi. Sonraları Feyzi Halıcı’nın turizm derneğinde bulundu.
Bardakçı Camii’nin karşısında iki katlı müstakil bir evde otururlardı.
Alt katını sonraları Kutluk Hoca’ya verdiler. Mandolin kursuna oraya giderdik.
Hemen yanı başındaki evde komşuyduk.
Ama hiç komşu gibi olmadık.
Yıllar sonra Şeb-i Arus’da bir helva gecesinde karşılaştık.
Usulca yanına yaklaştım:‘Öğretmenim’dedim.
Gözlerimin içine tanımamış gibi baktı!
Belki de haklıydı, o ilkokul yıllarının sarı saçlı masum çocuğunun yerini başka birisi almıştı.
12 Eylül öncesiydi. Anarşisttim, sigara içiyordum, şarapla tanışmıştım.
Sokakları boyuyor, erketeye yatıyor, yasak kitaplar okuyor, şiir dinliyordum.
Zindankale’den daha ayrılmamıştık. Muhtemelen benimle ilgili duyumları vardı. Polis telsisinden ismim anons ediliyordu çok sık.
Beni o çocuk hallerimde de çok sevmedi.
Bunu hep hissettim…
Maarif Koleji’ni kazanamama çok şaşırmamış,
Hangi ortaokula gitmem gerektiğini, hangi dili seçmemi de hiç söylememişti.
Biliyorum onun için gelecek vaad eden bir öğrenci olmamıştım.
Bunu anlamıştı ki,
Beni izci yapıp sınıfından uzaklaştırdı.
Ne bayramı bitiyordu o yılların, ne seyranı.
Yılın önemli bir zamanını trampet çalmakla geçiriyordum.
Geri geldiğimde tiyatro kolunun başkanı yaptı. Bir oyun yaz dedi. Sınıfın benden sonra adam olmayacak dört çocuğunu da kadroladı yanıma.
Yazdığım piyesi birinci sınıflara bile oynadık….
Aslında benim sınıf dışındaki başarılarım belki de onu mutlu ediyordu ama…
Okul gazetesi, resim çalışmaları, bando, mızıka, trampetle geçen günlerin sonunda, ilkokul bitirme imtihanlarını başarı ile geçip kendimi zor bela Mevlana Ortaokulu’na attım.
…….
O gece, gözlerini hep benden kaçırdı.
Sahnede Semih Sergen, yine ‘Telli Kavak’ şiirini okuyor, Gani Karaca insanın içini burkan sesiyle salonu inletiyordu.
Kalktım, yanından geçerken elimi tuttu, ‘Eve mi gidiyorsun Haşmet?’ dedi.
Kafamı salladım, ‘Beraber yürüyelim’ dedi.
Bu aylarda çok güzel kar yağardı oralara. Koluma girdi Alaaddin tepesinden aşağıya birlikte indik.
Kalın paltosunun üzerinde kahverengi bir şalı vardı.


‘Yazılarını okuyorum, sen yurtsever bir çocuksun’ dedi.
İçim güldü.
‘Sanki şu karikatürlerde çizgilere daha kendi karakterini yansıtsan. Biraz Nezih Danyal’dan etkileniyorsun galiba…’
Beş yıl sanki ben yokmuşum gibi davranan kadın bana ait ne kadar çok şey biliyordu.
‘Geçenlerde Feyziyle(Halıcı) seni konuştuk. Şiirlerin berbatmış. Daha çok kitap okumalısın. Kıvılcım Ali’ye benden selam söyle sana indirim yapsın.’
Yazılarım, Şiirlerim, çizgiler; her zaman uğrak yerimiz olan kitapçımız. Her şeyi, her şeyi biliyordu.
Evlerinin önüne geldik.
O iki katlı ev yakılmış yerine kocaman bir apartman yapılmıştı.
Çaparların üç katlı evde dev bir site haline gelmişti.
Elini öptüm. Kucaklayıp kulağıma şöyle fısıldadı;
O sınıftan birisini sokağa bırakacaktım . Doğru ismi bırakmışım…!
Ferdane Koşan öğretmenimi, benim ilkokul öğretmenimi yıllar önce kaybettik.
O sınıftan, sokakta da sadece ben varım.
Bu ülkenin izcisi, trampetçisi, yazarı, çizeri….