Her girdiğimiz ortama uygun taktığımız maskelerimiz. Senin, benim, bizim…
Maskelediklerimiz; ağzımızdan dökülen sözcükler ya da tümüyle kendimiz belki.
Bazen söylediklerin bazense söyleyemediklerin…
İşte tüm bu maskeler bizim personalarımız.
Nedir peki bu persona?
Kelime anlamını, insanın kendisi olmayan bir karakteri yaşaması olarak özetleyebiliriz. Yani şekilden şekle giren karakterimiz.
Her gün kalkıp bir düzene ayak uydurmak yada bizden beklenenleri yerine getirmek için verdiğimiz o büyük savaş aslında. Başkalarının üzerimize yapıştırdığı kimliklerimiz. Toplumun bizden istediği rolü oynarken role uygun olmayan duygularımızı kendimize bile göstermeyiz. Tüm bu bastırılan istek ve duyguların bulunduğu yere Carl Jung ‘gölge’ adını verir. Burada personanın kabul etmediği isteklerimiz bulunur. Olur da persona ortadan kalkarsa gölge dışarı sızar.
Biz sanıyoruz ki maskeliler sadece diğer insanlar, bizse en gerçek olanız. Aslında hepimiz maskeler takıyoruz. Hatta belki hayat bir maskeli balodan ibarettir.
Biraz bunu kendimizce sorgulayalım istiyorum.
Ne kadar ürkünç geliyor kulağa sahtelikler değil mi?
Aslında bu maskeler bir insanın yaşamını devam ettirebilmesinin başrolü. Çünkü toplum bunu talep ediyor. Bir nevi zorunluluk.
Peki, ama hepsi farklıysa asıl olan hangisi? Hangi yüzümüz?
Bir ortamda enerjik, neşeli hissedip o şekilde davranıyorken, bir diğerinde daha sakin ve durağan davranıyorsa, ikisi de bensem ve sahte değilsem, tüm bu benler farklı ortamlarda benliğini sürdürmeye devam ediyorsa asıl ben kimdir?
İnsanoğlu her gün hatta her saniye değişen bir varlık. Değişen demek pek doğru olmaz aslında, değişime maruz kalan daha doğru.
Farklı kişilerle farklı ortamlarda bir arada bulunuyorsak, elbette ki onların kadrajlarından göründüğümüz fotoğraf farklılık gösterecek.
Her fotoğrafçı farklıysa eğer her fotoğraf da farklıdır. Biz de her fotoğrafa farklı pozlar veren birer modeliz aslında. Her defasında daha farklı açılarda bakıyor, farklı şekillerde gülümsüyoruz.
Ama ya ruhumuz bu fotoğrafların ötesindeyse. Sıkışmış hissediyorsa ve kayboluyorsa her geçen gün. Fotoğraf kareleri değişiyor da değişirken bizi de sürüklüyorsa peşinden. Fotoğraflar gün geliyor albüme dönüşüyorsa mesela. O fotoğraf karelerine verdiğimiz pozların peşinde aslında yok oluyorsak. Öyle yoğun bir değişim içerisine düşmüşüz ki, asla kendi fotoğrafımızı çekemiyoruz, tek bir karede donduramıyoruz benliğimizi. Ve asla gerçek bir fotoğrafa dönüşemiyoruz böylece.
Sahi en gerçek fotoğrafımız hangisi bizim?