Dün bir fotoğrafa baktım...
Sevgisiz, sevimsiz ölü it bakışlar. Zoraki gülümsemeler...
Artık masumiyete geri dönmeleri imkansız bu insanların bulunduğu fotoğrafta bir masanın üstüne serilmiş gazete kağıtları üzerindeki ekmeğin bile kutsallığı kalmamış,
Çünkü o masaya gelen katık, yaşadıkları şehirlere genelev muamelesi yapıp bakire rolüne soyunanların bir ülkeyi satmış çirkin kumpaslarından gelmektedir.
Bir kadın tüccarının kazancından daha fazla kirlidir.
Ve de haramdır…
Eskiden böyle masalar kurşun kokulu mürettiphanelerin hurufat masaları üzerine kurulurdu.
Külahta siyah zeytin, tashih kağıtlarının üzerine düşer, bir kalıp teneke peynirine bir gün önceki manşetin mürekkebi bulaşırdı.
Birkaç baş soğan ve Kürt Bakkal'ın kırmızı yumurtaları süslerdi soframızı.
Entertipe kurşun atmaktan ciğerleri bitse de Markupçunun, daha ellisinde çocuklarının mürüvvetini göremeden bu dünyadan göçüp giden Selçuk Usta'dan önce daldırmazdı kimse elini zeytine.
İhsan usta sobanın üzerinde ekmekleri kızartan kalfası Ahmet gelmeden bismillah demez, Ne ben yazı işlerinden inmeden ne de Hakkı usta bodrumdaki matbaadan yukarı çıkmadan boğazlarından geçmezdi tek bir lokma.
Helaldi ve kutsaldı.
O masanın etrafına toplanmış herkes bizim sektörünün emekçi kahramanlarıydı.
Elleri yüzleri matbaa mürekkebi olsa da ruhları kirlenmedi.
Fukaralıklarından utanırlar, göstermezlerdi ele güne.
Gecenin bir vakti eve dönerdim Fenni Fırın'dan göğsüme bastığın ekmeklerin sıcaklığıyla. Saat kaç olursa olsun uyumaz kapıda karşılardı annem. Daha mürekkebi kurumamış yarının gazetesini babam alır gözleriyle severdi beni.
Adetti bizim oralarda gecelerin yat geberliği... Katık olurdu helal kazançlarımız bakır sahanlara ellerimizi yalardık. Babamın yanına otururdum gururla.
Bu gün bakıyorum da onların kurduğu kirli masalarla bizim sofralarımız çok farklıydı.Hiç değişmedi hala da öyle...
Bir yerlerde birkaç kare siyah beyaz fotoğrafımız var o günlerden kalma bakmaktan onur duyduğum… (Değişmeyen yazılar/Antalya)
Sağlama....
'Kendimi hep, deli dolu akışına bırakmış çağlamak için bahaneler arayan, hızlı yaşayan, çabuk taşan, benimseyen, sindiren, unutan, affeden bir nehire benzetirdim.
Meğer değilmişim.
Ben bir durgun gölmüşüm.
Tek bir taş yetti beni alt üst etmeye. Ta dibinden sarsıldım.
Durgun sularım savruldu.
Önce bir halka oluştu, halka tomurcuklandı. Tomurcuk çiçeklendi, çiçek açtı, katmerlendi.
Çemberler çemberleri doğurdu.
Hazır değilmişim böyle aniden dalgalanmaya.
Durdurması zormuş çemberleri, ta kıyıya vuruncaya kadar...'
Biraz uzak kaldık gibi oldu yazılardan.
Oysa değildi. Yazının nüvesi insana dokundum bu süreçte.
Akdeniz'e indiğim o gündün bu güne yanımıza aldığımız, gönlümüze koyduklarımıza.
Ne çok paylaşmışlıklarımız olmuş. Ne çok arkadaşımız, dostumuz.
Bir sağlamasını yaptım buradaki hayatımın. Çarpanlarıma baktım, güvenirliğime!
Eğer hal ve gidişatımızın notu düşseydi.
Hiç tereddüt etmez, kendi kalemimi kendim kırardım.
Bir sırt çantası ile geldik bir sırt çantası ile koyup giderdik.
Hamiş diye severdi beni halalarım çocukken.
Aslında onlar Dergahın Hamuş'unu yakıştırırlarmış bana suskunluğumdan dolayı.
Bir şeyi öğrendim bu süreçte.
Bu suskunluğumla, dinlemelerimle ne çok kalp kazanmışım.
Hiç değeri yokmuş bağırmaların, çağırmaların, küstahlıkların.
Gönül gözü ile sevmiş insanlar bu nazenin yanımızı.
Bir merhabamız bile olmayan insanların yiğitliklerini görmüşüz.
Kimin ne kadar insan kimin ne kadar dost, kimin ne kadar fedakar olduğu böyle dalgaların kıyıya vurduğunda belli olduğunu da... (Değişmeyen yazılar/Antalya)