‘Keşke’ dememek için

'Hikaye, dinleyenini bulup ona gelir' demişti çok sevdiğim bir kardeşim, meslektaşım.

Haklı mı bilmiyorum.

Bildiğim, sokaktaki hikayeleri çok sevdiğim ve onları biriktirdiğim.

Bilinçli olarak biriktirmek değil ama bu. Zamanı geldiğinde birdenbire ortaya çıkmalarından anlıyorum ki o hikayeleri aslında ruhum biriktiriyor.

Bir eylül akşamında meltem rüzgarına karışmışken,

Sokağın sarıya çalan rengine karışan binbir insan renginin arasında ben hiçliğin rengi siyahken...

Hissedilemeyen belki de hissedilip tanımlanamayan duyguya teslimken...

Çılgın kalabalıkta yalnızken...

Bir kahve molasında masama gelen bu hikaye gibi…

* * *

'Ahh yer bulamadım ne kadar kalabalık bu akşam. Masanıza oturabilir miyim?' dedi bir ses. Sesin geldiği yöne döndüm. En fazla 60 yaşında güleryüzlü bir kadınla karşılaştım. Kısa bir duraksamadan sonra 'Tabii buyurun lütfen' dedim.

Oturdu.

Kahvelerimizi içerken o etrafını seyretmekle meşguldü, bense kendimle.

Etraftaki masalardan yükselen hararetli konuşmalar, kahkahalar, sürekli çalan cep telefonlarının gürültülü kalabalığında iki sessiz kadındık.

Bakışlarımız karşılaştığında gülümsedik birbirimize.

İlk adım ondan geldi. Karşıdaki insanı biraz tanımak için sorulan klasik sorular, onlara verilen klasik yanıtlardan ibaretti o ilk adım.

Ses tonu, duruşu, kahve fincanını tutuşu, saç stili, kesimi, rengi, gözlüğünün modeli, zarif takıları, giysisinin rengi bir bütün olarak ince bir zevki anlattı bana sadece bir dakikalık incelememde.

Sohbet bir adım daha ilerledi.

Bu kez soruları soran ben oldum, o anlatmaya başladı.

'65 yaşımdan sonra eşimi boşayıp, hiç tanımadığım bir şehirde kendime yeni bir hayat kurdum' dedi.

'Ama siz kaç yaşındasınız ki?' sorusu çıktı ağzımdan refleks olarak.

Söylediği yaştan o kadar genç görünüyordu ki. '70 yaşındayım kızım' dedi.

Ve hikayesini anlatmaya başladı.

Bir büyük şehrin kamu kurumunda müdür olarak çalıştıktan sonra emekli olduğunu, iki evladının bulunduğunu, kısa bir süre önce Antalya'ya yerleştiğini, bu şehirde hiç kimseyi tanımadığını, yavaş yavaş yeni arkadaşlar edindiğini anlattıktan sonra devam etti hikayesine.

O anlattı, ben algılamaya çalıştım söylediklerini.

Hikaye gittikçe derinleşmeye başladı.

O derinliğin içinde kahve fincanlarımıza hüzün gelip yerleşti.

Karşımdaki kültürlü, birikimli, zarif, yaşına göre çok güzel, güçlü görünen bu kadının bunca acıya, eziyete neden yıllarca izin verdiğini anlamaya çalışırken, hayatını çocuklarının hayatının alt üst olmaması için yok sayan bir anne gördüm.

Evlatlarına yaşadıklarını hissettirmemek için elinden geleni yapmış, onları hayata düzgün birer insan olarak teslim etmiş bir anne.

'Çok beklemişsiniz' dedim.

'Gençliğin geçmiş diyemiyorsunuz kibarlığınızdan' diye güldü.

'Yok öyle demek istemedim…' dedim kendimin bile zor duyduğu ses tonumla.

'Haklısınız öyle. Gençliğim geçti. Artık ne kadar yaşayacağımı bilmesem de keşke dememek için yaptım bunu. Kendime hem şaşırıyorum hem de kendimi kutluyorum. Nasıl başarabildim bilmiyorum. Ama biliyorum ki huzurlu öleceğim. Kendim için yaptım' dedi.

Sustum.

O da sustu.

Siyah olan rengime usulca beyazın değdiğini hissettim. Birbirimize isimlerimizi sorma ihtiyacını bile hissetmediğimiz ama yüreklerimizi açtığımız o kısa sohbetten ayrıldıktan sonra kafadaki bin deli soruya binbirinci soru eklendi.

'Keşke dememek için…'

Ondan ayrılıp yürümeye devam ederken bu cümleyi düşündüm.

Kendi keşkelerimi sorguladım.

Fazla olduğunu fark edince ürperdim.

'Ama hayatta keşkeler de olmalı' diye kendimi kendime karşı savunurken anladım ki, o keşkelerin sayısının fazlalığından çok niteliği önemli.

Hayatı alt üst edecek bir konuda keşke varsa, insan o zaman yaralanıyormuş.

O yara, 70 yaşına gelindiğinde ancak iyileşmiş olabiliyormuş.

Belki yerine konulması mümkün olmayan çok şey heba olmuşken en azından yara artık kanamıyor, acıtmıyormuş.

Ve her şeyden önemlisi, 70 yaşında bile olunsa 'Kendim için yaptım' denilerek hayatla ve kendinle hesaplaşma huzurla son buluyormuş.

O ismini bile bilmediğim 70 yaşındaki zarif insan bana bunu öğretti o kısa ama derin sohbette.

Rengi sarıya çalan sonbaharda benim rengim siyahken, bana beyazı hatırlattı.

İçimi kaplayan hüzne, huzurun eşlik etmesine şaşıp kaldım.

'İyi ki yaptım'larımı sorguladığımda ise bir gülümseme gelip yerleşti dudaklarıma.

Mutluluk doldu içime.

Sayıları çok fazla olmasa da 'İyi ki yaptım'larımın, durduğum yeri bulmamda nasıl etkili olduğunu anladım.

Ve yine,

Yeniden, o ruhu kavuran uzaklar değdi yüreğime.

Hani herkeste olan, hani kimi için bahçe çitinin bittiği yer...

Kimine göre hiç gidilemeyen ama gidilebilmiş olsa her şeyin mükemmel olacağı düşünülen Kaf Dağı'nın ardı...

Bazılarına göreyse her an hazır olan sırt çantasını kapıp gidebileceği kadar yakın olan uzaklar.

Hani nefes alıp vermenin zorlaştığı anlarda baş gösterip, bir kez yüreğe düşünce zaptedilmesi mümkün olmayan o uzaklar…

* * *

O eylül akşamında,

Rengi sarıya çalan sohbaharda...

Benim rengim siyahken,

Uzaklarla flört etmeye başladım…