Ortadoğu’da kutuplaşmalar

Arap Baharı sonrasında ortaya çıkan dinamiklere baktığmızda Ortadoğu'da farklı kutuplaşma ve bloklaşmaların olduğunu görüyoruz. Günümüzdeki kutuplaşmalar ve saflaşmalar Soğuk Savaş sırası ve Arap Baharı öncesinde olduğu gibi kesin çizgilerle birbirinden ayrılmıyor.

Soğuk Savaş sırasında bölge dışı küresel güçlerin bölgedeki güvenlik yapılanmalarını kendi çıkarları dogrultusunda etkilediklerini görürken, Soğuk Savaş sonrasında, en azından Arap Baharı'nın ortaya çıkmasına kadar geçen sürede, tek küresel güç olan ABD'nin bölge güveliğini hakim bir şekilde biçimlendirdiğini görüyoruz. Soğuk Savaş sırasında bölge ülkeleri ABD nliderliğinde Batılı güçler ile Sovyetler Birliği liderliğindeki komünist blok ekseninde saflaşmışlardı. Bu saflaşmalar günümüze kıyasla net bir şekilde görülmekteydi. 1979 senesindeki devrime kadar İran Batı bloğunun bölgedeki uzantısının bir parcasıydı. Monarşi ile yönetilen Körfez üllkelerinin hepsi, otokratik Mısır ve İsrail Batılı güçlerle birlikte saf tutarken, sosyalist Arap milliyetçiliğinin baskın olduğu Irak ve Suriye gibi ülkeler Sovyet bloğunun yanında hareket ediyorlardı.

Soğuk Savaş sonrası ilk yirmi yılda ABD'nin küresel siyasetteki hakim konumuna paralel olarak bölge ülkeleri ABD'nin yanında olanlar ve olmayanlar şeklinde ayrılmaya başladılar. Birinci ve ikinci körfez savaşlarından sonra ABD'nin bölgedeki etkinliği perçinleşti. Bölge ülkeleri ABD'nin rejim değişikliği ve liberal demokrasi ihracı odaklı politikalarına verdikleri ya da vermedikleri destek çerçevesinde birbirlerinden ayrılmaya başladılar. Bu zaman diliminde ABD dışındaki küresel aktörlerin bölge siyasetinde etkili olamadıklarını görüyoruz.

2003 yılında ABD'nin güç kullanması neticesinde Irak'ta yaşanan rejim değisikliği o günden bu güne etkileri hala hissedilmekte olan bazı yeni dinamikleri gün yüzüne çıkardı. En başta İran'ın bölge siyasetindeki etkisi radikal şekilde arttı. Afganistan ve Irak gibi iki önemli komşusunda yaşanan rejim değişiklikleri neticesinde bu iki ülkenin iç savaş sarmalına düşmesi İran'ın komşularından hissettiği güvenlik endişelerini azalttı. İkinci olarak, Sünni Saddam rejiminin yıkılması İran'a Irak'ın iç işlerine daha fazla müdahil olma şansını verdi. Irak'taki ezici Şii nüfusu üzerinden İran bu süreci kendi çıkarına olacak şekilde yönetebildi. 2003'ten günümüze Irak'ta iktidara gelen partiler açık ya da örtülü İran'ın onayını almak zorunda kaldılar. Üçüncü olarak İran, Lübnan'daki Hizbullah ve Gazze'deki Hamas gibi siyasi grupları bu dönemde çok daha kolayca destekleme şansı buldu. Dördüncü olarak, ABD'nin temel ilgisini Irak ve Afganistan üzerine yoğunlaştırması İran'ın kendi nükleer programını dünyanın ilgisini çekemeyecek şekilde geliştirebilmesini mümkün kıldı.

Arap Baharı'na kadar geçen sürede ortaya çıkan ve Arap Baharı'yla birlikte giderek ivme kazanan bir diğer gelişme Ortadoğu'da sınırların kolayca değişebileceği algısının zemin kazanması oldu. Gerek Irak gerekse de Suriye'nin içine düştüğü iç savaş durumu bu iki ülkenin tekrardan güçlü ulus devletler olarak ortaya çıkmalarını imkansız hale getirdi. Bu iki ülkede yaşanan gelişmeler Birinci Dünya Savaşı sonrasında hayata geçen Sykes-Picot düzenlemelerinin sağlam zemine oturmadığını açıkca gösteriyor. Devletler ile yönettikleri toplumlar arasındaki bağların suni oldukları ortaya çıktı. Ulus-devlet vatandaşı olmaktan çok, insanların kendilerini etnik ve dini kimlikleri temelinde tanımladıkları görülüyor artık.

Benzer bir şekilde ulusötesi/ulusaşırı kimliksel hareketlerin bölge siyasetinde daha fazla etkili olmaya başladığını görüyoruz. Farklı devletlerin vatandaşlarının kendilerini ait hissettikleri kimliksel gruplar temelinde (etnik ya da dini) iletişime geçtiklerine ve siyaset yapmaya başladıklarına şahit oluyoruz.

Bunun dışında El Kaide ve IŞİD örneğinde gördüğümüz gibi dini kimliği merkeze alan radikal haretketler ulus devlet sınırlarını aşan bir şekilde hareket edip mevcut rejimlerin varlığını sorguluyorlar.

Arap Baharı sonrasında bölgede yeni bloklaşmalar oluşuyor. Günümüzde bölgede üç farklı gruplaşma görülüyor. Bir tarafta İran'ın başını çektiği Şii grubu, diğer tarafta Suudi Arabistan'ın liderliğini yaptığı Sünni ülkeler grubu diğer tarafta da herhangi bir bloğa ait olmayı reddeden Türkiye ve Katar gibi ülkeler var. Trump'ın İran'ı şeytanlaştırma politikası doğrultusunda İsrail ile Sünni Körfez ülkeleri arasındaki ilişkilerde de ivme kazanıyor.

Arap Baharı ertesinde bölge ülkeleri ile Rusya ve Çin gibi küresel aktörler arasındaki ilişkiler de gelişiyor. ABD'nin bölgeye ilişkin politikaları geleneksel Amerikan müttefiklerinin güvenlik endişelerini arttırırken Amerika'nın sunmuş olduğu güvenlik garantilerinin inandırıcılığı zarar görüyor. Buna mukabil Çin'in enerji kaynaklarına olan ihtiyacının her geçen gün artması bu ülkeyle petrol ve doğal gaz zengini bölge ülkeleri arasındaki ilişkileri derinleştiriyor. Çin, Amerika'nın uzun yıllardır oynadığı güvenlik tedarikçisi ve düzen sağlayacısı rolünü oynamak yerine bölge ülkeleriyle karşılıklı ekonomik fayda üretmeye dayalı pragmatik ilişkiler kuruyor. Bu süreçte, aynen Rusya'nın yaptığı gibi, yumurtalarını farklı sepetlere dağıtıp bölge ülkelerinin hepsiyle ilişki kurmaya çalışıyor.

Bütün bu gelişmeler ışığında önümüzdeki yıllarda Ortadoğu'nun farklı rebaket ilişkilerine sahne olan bir oyun sahası olacağını, bölge sorunlarının çözümsüz kalmaya devam edeceğini ve realist güvenlik algısının zemin kazanmaya devam edeceğini öne sürmek yanlış olmayacaktır.