Yalanın gücü

Hannah Arendt'in derinlikli bir sözüyle karşılaştım: “Ortaçağ’da bir nöbetçi, şaka olsun diye alarm çalar. Sonra da şehri savunmak için kendisi de surlara koşar. Yani, bir yalancı ne kadar başarılıysa ve ne kadar fazla insanı ikna ederse sonunda kendi yalanlarına inanma ihtimali de o kadar artar.”
Hannah Arendt'in bu sözünde ortaya koyduğu fikir, yalanın ve yalancının hem bireysel hem de toplumsal düzeyde ne denli tehlikeli bir hale gelebileceğini açıkça gözler önüne seriyor. Ortaçağ'da bir nöbetçi, yalnızca şaka olsun diye alarm çalarak bir yalan söyler; ancak bu yalan, ona ve çevresindekilere öyle bir gerçeklik kazandırır ki sonunda kendisi bile inanır ve şehri savunmaya koşar. Arendt'in bu metaforu, yalancının bir noktada kendi yarattığı kurguya kapılıp hakikati tamamen kaybettiğini gösterir.
Bu durum, özellikle günümüz dünyasında oldukça yaygın bir hal almıştır. Bilgi kirliliği, propaganda ve manipülasyon yoluyla yalanlar öylesine ustalıkla işlenir ki toplumu kandıran kişiler en sonunda kendi kurgularına teslim olur. Kendi yalanlarına inanarak, söylediklerinin gerçek olduğuna dair bir yanılsamaya kapılırlar. Bu, bireysel bir ahlaki sorun olmanın ötesinde, toplumsal düzeni sarsan, güven duygusunu yok eden bir olgudur.
Yalancının başarıya ulaşması, yalanın gücünü artırır. Ne kadar çok insanı ikna ederse, yalana olan inancı da o derece kuvvetlenir. Gerçek ve yalan arasındaki çizgi silinir. Arendt’in bu sözü, hepimizi uyanık olmaya ve doğru ile yanlışı ayırt etme konusunda daha dikkatli olmaya çağırır. Gerçeğin, ne kadar zorlayıcı ve rahatsız edici olursa olsun, yalanın cazibesine karşı savunulması gereken bir değer olduğunu hatırlatır. Çünkü bir kere yalanlar inşa edilmeye başlandığında, sonunda hepimiz o yalana inanan nöbetçiler olabiliriz.
Yalanın bu denli güç kazanması, sadece bireylerin ahlaki tutumlarını değil, aynı zamanda toplumsal yapıyı da temelden sarsar. Yalanın yayılmasıyla beraber, insanlar arasındaki güven duygusu zayıflar ve toplumsal bağlar kopma noktasına gelir. Yalanın egemen olduğu bir toplumda, gerçeklik değersizleşir; güvenin yerini şüphe, dayanışmanın yerini ise korku alır. Arendt'in sözlerinde işaret ettiği bu noktada yalana dayalı bir düzenin, bireylerin doğruyla yüzleşme kabiliyetini de yok ettiği açıktır. Gerçekle bağı kopan bir toplum, sağlıklı bir ilerleme gösteremez ve adalet duygusu zedelenir.
Bu yüzden, Arendt’in sözlerinin bize hatırlattığı en önemli ders, hakikatin peşinden gitmenin gerekliliğidir. Toplumsal dayanışma ve güvenin sürdürülebilmesi, ancak gerçeği savunarak mümkün olacaktır. Yalanlar, kısa vadede cazip ve kolay bir çözüm gibi görünse de uzun vadede bir toplumun çöküşüne yol açabilir. Bu nedenle bireyler olarak doğruyu aramak, yalanın cazibesine kapılmadan gerçekleri savunmak hem kendimiz hem de çevremiz için ahlaki bir sorumluluktur.
Bir toplumun yalan üzerine inşa edilen yapıları, eninde sonunda çürüyerek çökecektir. Çünkü sosyal düzenin kalıcı olabilmesi, yalnızca hakikat temeline dayanarak mümkün olabilir. Bir kez yalanlar gerçeğin yerini aldığında, toplumun çöküşü sadece bir zaman meselesidir; zira hakikatin olmadığı bir yerde ne adalet ne de insanlık ayakta kalabilir.