Perde arkasında, ışıkların altında gizlenen bir tiyatrocu vardı; heyecanla nefes alırken yüreği coşkuyla çarpıyordu. Sahneye adımını atmadan önce karanlık perdelerin ardında, kendi dünyasında hazırlanıyordu. Sessizce sahneyi kontrol ediyor, kırmızı perdenin arkasından gelen izleyicilerin yerlerine oturmasını izliyordu. Kafasında bin bir düşünce, yüreğinde ise sadece bir amaç vardı: en iyi performansı sergilemek.

Kuliste, sessizlik hüküm sürerken o sessizliği kırıp geçiren tek şey heyecan dolu kalbiydi. Gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı, kendini sahneye hazırlarken düşüncelerini toparladı. Kimsenin ne düşündüğünü önemsemezse, en iyi şekilde performans sergileyeceğine inanıyordu. Çünkü sahne, sadece kendisiyle olan bir diyalogdu; seyircilerin varlığı, onun coşkusunu arttıran birer unsurdu sadece. Bu inanç, onun sahnedeki gücüydü. İzleyicilerin beklentileri, eleştirileri ya da alkışları, onun için ikincil şeylerdi. O, sadece sahnedeki karakterin sesini dinlemeli, duygularını hissetmeliydi.

Gözlerini tekrar açtığında, içindeki heyecanı dışa vurmak için sabırsızlanıyordu. Sahneye adımını attığında, bir anda kendini bambaşka bir dünyada buldu. Rolünü en iyi şekilde canlandırırken seyircilerin alkışları arasında kaybolup gitti. Artık kimsenin ne düşündüğünü önemsemiyor, sadece en iyi bildiği şeyi özgürce yapıyordu. Sahne ışıkları onun üzerindeydi.

Perde indiğinde, yüzünde kocaman bir gülümseme vardı. Sahne arkasına döndüğünde, içindeki heyecan ve coşku hala taze bir şekilde duruyordu. Çünkü o, her performansında aynı inançla sahneye çıkıyor ve kimsenin ne düşündüğünü önemsemezse, en iyi şekilde performans sergilediğine olan inancını her seferinde kanıtlıyordu.

Bazen kimsenin bizim için ne dediğini, ne düşündüğünü, ne hissettiğini düşünmeden yapmamız gerek yapabildiğimiz en iyi şeyi. Yaşamayı. Ne de olsa sahne ışıkları bizim üzerimizdeyken seyircileri göremezken en iyi performansımızı sergileriz değil mi?