Gidenleri gittikleri gün ile anmak adet olmuş. Ancak gidenleri doğdukları günde anmak daha geçerli bence. Herkesin gidiş şekli başka... Kimi çok asil, kimi çok onursuz… Ama gerçek şu ki ne kadar asil gidilmişse o kadar güzel hatırlanıyor. Onursuz gidenler mi? Onlar unutulmaya çalışılıyor...

Doğum gününde anmak yas havasını da dağıtıyor. Öldüğü için yaşanan üzüntü doğduğu için yaşanan sevinçle yer değiştiriyor.

Bir de adı sonsuzluğa yazılanlar var ki, onların doğum günü hep kutlanacak ve ölüm yıldönümleri hep hüzün kokacak.

Semiha Berksoy gibi…

Türkiye'nin ilk opera sanatçısı, Avrupa'da sahneye çıkan ilk Türk Primadonna, Ressam, Şair, Tiyatro oyuncusu, Seslendirme sanatçısı...

1910 yılında İstanbul'da doğdu. 21 yaşında Türk sinemasının ilk sesli filmi olan İstanbul Sokakları'nda oynadı. Ressam Fatma Saime hanım ve şair Ziya Cenap Berksoy'un kızı Semiha Berksoy ilk Türk operası olan Özsoy'da rol aldı. 1934' te Atatürk'ün emri ile Avrupa'ya gitti. 1939'da da Avrupa'da (Berlin) sahne alan ilk Türk Primadonna (Baş kadın oyuncu) oldu.

Nazım Hikmet'in 'Ben istemezsem gidemezsin ama sana izin veriyorum. Çünkü sesin çok güzel' ve 'Pırlanta ne kadar toz toprak içine atılsa günün birinde yine pırlantalığını belli eder ve hakkını ister. Semiha bizim Türk kadın sesinin pırlantasıdır' dediği ilklerin kadını…

Babasının konservatuarı bırakması için ısrarına cevaben 18 yaşında yazdığı mektupta 'Benim ruhumu sürükleyen, bende alev haline geçen bir şey var; oda sanat aşkıdır, bunu bilesiniz, ölsem de mezarımda selvi ağaçları söyler. Sanattan asla vazgeçmeyeceğim. Benim saadetim sizin olduğu kadar benim de hakkım' diyecek kadar zeki, cesur ve kararlı…

Yeteneğinin ona yüklediği misyonun farkında olarak sanat için yaşamayı seçmiş sanatçı. 'Hakikaten de bu yaşa geldim, hala vazgeçmiyorum. Sanatın yaşı yok, 90'da da 9 yaşında da olur. Bu ruhi bir mesele. Ve bu aşk, merak beni genç ve enerjik tutuyor. Çünkü beni sevindiriyor. Aşık olmak da insanı sevindirir' diyecek kadar aşık…

Operanın yanı sıra hayatı boyunca çevresine ve topluma meydan okuyarak, tepkilere aldırmadan, dışavurumcu, sıradışı resim yapmaya hiç ara vermedi. Eserleri İstanbul'un yanı sıra Venedik ve Şanghay bienallerinde de sergilendi. 'Ne hissediyorsam onun resmini yapıyorum. Kiminde çocuk gibiyim, kiminde melek, kiminde şeytan... Melekliğim, karşılık beklemeden sevmemden geliyor. Sevince, melekleşiyorum, sevince çocuk saflığına kavuşuyorum... Şeytanlığım ise, sevdiğimi bırakıp gidebilmem. Sanatım için çekip giderim, gidebilirim... Bana şeytanlığı yaptıran sanat aşkı. Zaten hayatta en önemli şey sanat aşkı, gerisi hep fasa fiso...' diyecek kadar sanat odaklı…

Kendini Zümrüdü Anka'ya, Ateş Kuşu'na benzetmesinin sebebi de aşktır. Hiçbir zaman yılmadığının, vazgeçmediğinin, her zaman yeni başlangıçlar yapabildiğinin resmidir Ateş Kuşu. 'Her yeniden doğuşunda aşklarını yeniden yaşar ve her aşk önceki aşkların devamıdır. Aşk bir tanedir. İçinizdeki aşk tektir. Başlar, kimi zaman uyur, kimi zaman uyanır. Şimdiki aşkın varlığında öncekiler de yaşar, şimdikinin ateşiyle ötekiler de alevlenir tutuşur' diyecek kadar aşkı seven bir aşık.

'Neden Zümrüdü Anka' diye düşündüm uzun süre. Öyle ya birçok sembol olabilirdi, ölmeden önce aldığı mezar taşına Ateş Kuşu'ndan başka bir resim çizebilirdi Semiha Berksoy. Sonuçta mücadelesinin adı olduğuna karar verdim. Mücadele etmek bazen küllerinden doğmayı gerektirir maalesef. Ve maalesef yeniden doğmak kül olana kadar yanma acısını barındırır, sancılıdır. Her yeniden doğuş incinmişliktendir. Ve maalesef her yeniden doğuş biraz eksilmişlik barındırır... Ama görünen o ki her seferinde yeniden doğma acısını adına aşk diyerek çekmeseydi Semiha Berksoy olmayacaktı.