1994 senesinin Şubat ayıydı. Şubat ayının Antalya için her türlü sürprize açık olduğunu bildiğimden, her sabah yataktan kalkar-kalkmaz, gözüm barometreyi arardı. Şubatın ilk haftalarındaki o sabah, barometre düşük gösterdiği gibi, rüzgâr, kıble istikametinden (güney) ciddi olarak esiyordu. Rüzgarın hızı, güneşin doğuşuyla birilikte artmış, istikameti de keşişleme (güneydoğu) yönüne doğru kaymıştı. Keşişleme rüzgarı, limanı en çok etkileyen hava durumu idi. Çünkü limanın girişi, keşişleme istikametine açıktı.
Antalya Liman İşletmesinin personel servisleri, saat 08,00 de limanda olurdu. Saat 08,00 oldu mu servislerdeki memurlar işlerinin başında, gemilerde çalışacak postalar da ambarlarda veya sahalarda olurdu.
O gün sabah personel servisleri limana geldikten sonra, rüzgar fırtına seklini almış ve istikameti keşişleme olmuştu. Bu fırtına 08,00 -09,00 arası öyle şiddetli esmeye başladı ki Antalya- Kemer Karayolu, denizin getirdiği molozlarla kapanmıştı. O sıralarda, şimdiki Boğaçay 2. Köprüsü ve üst yol olmadığından, Antalya’dan Kemer istikametine hiçbir araç geçemiyordu.
Müdürlük odamın camından, endişe içinde, yaşananları izlemekteydim. Fırtına o kadar şiddetlenmişti ki doğu mendireğinin dışındaki koruyucu bloklardan ikisinin, dalgakıranın üzerinden aşırıp, rıhtımı üzerine atmıştı. Gördüğüm kadarıyla, bu her iki blok taştan birinin ağırlığı, 20 ton civarıydı. Bu arada doğu rıhtımında bağlı bulunan “Terkos” su dubası, halatlarını kesmiş, ince bir telle rıhtıma bağlı kalmıştı. Karşı tarafta (yolcu rıhtımları) bulunan römorkör, liman içindeki diğer rıhtıma gelmekten çekiniyordu. Çünkü limanın içi, Manavgat Şelalesi görünümünü almıştı ve denizde, birçok halat ve başıboş cisim yüzmekteydi. Römorkör Kaptanı, birazda haklı olarak, römorkörün pervanesine halat dolanmasından, dolayısıyla en hayati zamanda devre dışı kalmaktan korkuyordu. Ben ise o ince bir telle rıhtıma tutunur durumdaki o su dubasını, İstanbul limanını elinden, çok zor şartlarda almıştım. Bu 400 tonluk su dubası tankerle, çok kazançlı işler yapıyordum.
Benim işletme müdürü olarak sahaya inmem gerekiyordu. Önce büyük tekerlekli bir kaptı-kaçtı istedim. Ayağıma çizmeleri giyip, sırtıma koruyucu yağmurluğu geçirdim. Sahaya inmeden, mendireği aşan dalganın zamanlamasını, kendime göre hesapladım. Yaksa mendireği aşan dalga, bindiğim arabayı da denize çekebilirdi.
Sahaya iner inmez “Denize adam düştü” diyen bir feryat yükseldi. Benim sahaya inişim, çekingen personeli canlandırmış ve karşı rıhtımdaki römorkörü de harekete geçirmişti. “Palamarcı Ergün” isimli gemi adamı, ihtiyatsızca rıhtım kenarına geldiğinde, bir dalga tarafından alınarak, limanın ortalarında gözden kaybolmuştu. Baş pilot Güney Kaptan, hemen bir halatı beline bağladı ve ekibine halatın ucunu teslim ederek, azgın sulara atladı. Günay Kaptanın yaptığı inanılmaz bir cesaret örneğiydi. Birkaç dakika içinde, rengi morarmış ve baygın olan denizciyi su yüzüne çıkarmış, kenara çekilmeleri komutunu vermişti.
Kenara çıkarıldıktan sonra rıhtım gerisine yatırılan gemici Ergün’e ilk müdahale, işletme doktoru ve arkadaşları tarafından yapıldı. Ergün kendine gelememişti ama zayıfta olsa nabzı atıyordu. Hemen işletmemizin ambulansı ile Konyaaltı Sağlık Ocağına yetiştirdik.
Sağlık ocağının personeli, yol kapalı olduğu için, Antalya’dan gelememişti. Yine de orada çalışıp, civarda evi olanlar görevlerinin başındaydı. Neticede “Palamarcı Ergün” önce Güray Kaptan’ın cesareti sayesinde, sonra şansı ve Tanrının yardımı ile hayata tutunmuştu.
Sonradan duyduğuma göre, kaptanlık ehliyetine de sahip olan Ergün kardeşimiz, Korkuteli’ne yerleşip, bir müddet denizle ilgisini kesmişti.