Yaşlanma süreçlerine müdahaleler sosyal politikalarımızın değişmeyen bir konusu olmalıdır. Sadece emeklilik politikalarıyla demografik dönüşümün yarattığı yeni sorunların üstesinden gelemeyiz. Başarılı yaşlanan insanlarımızın çoğalması hedefini gerçekleştirebilmemiz için insanın toplam yaşamını düzene koymamız gerekmektedir. Çünkü yaşlanma ana rahminde başlayıp ölünceye dek sürüyor. Dolayısıyla yaşlanma süreçlerini yaşamın belli bir döneminden başlayarak düzene koyamayız.
Yaşlanma süreçlerinin iyi bir şekilde ilerlemesi, yaşlılığın birey, aile ve toplum için bir yük haline gelmemesi için gerontoloji ve sosyal politika arasındaki buzları eritmemiz, aralarında iş birliği yaratmamız, bana göre gereklidir. Gelişmiş endüstri ülkelerini bu bağlamda örnek alabiliriz. ABD, Almanya veya Japonya'da uzun süreden beri süregelen bu iş birliğinin olumlu sonuçlarını dikkate alarak, aynı şekilde hareket edebiliriz. On sekiz yıl önce söylediğimiz gelişmeleri bugün Türkiye İstatistik Kurumu da söylemektedir. TÜİK'in demografik yaşlanma sürecine girmiş olduğumuzu gösteren verileri dikkate alındığında, hala niçin yaşlanma süreçlerine müdahale girişimlerine başlamadığımız sorusunu cevaplamak zordur.
Herkes yaşlılığı konuşuyor, ama tartışılması gereken asıl mesele 'yaşlanma' olmalıdır. Yaşlılık sorunlarının ardında yaşlanma süreçlerindeki sorunlar yer almaktadır. Örneğin eğitim, çalışma, aile, sosyal cinsiyet gibi konuların bireyin yaşlanma süreçlerine etkilerini dikkate alarak sosyal ve çalışma politikalarını şekillendirmeliyiz. Belirttiğim gibi bu girişimlerde Gerontolojinin de perspektifleri dikkate alınmalıdır.
Nüfusumuzun yaş faktörüne bağlı yapısındaki değişimlere bakıldığında doğurganlık ve yaşam süresi ile bağlantılı oldukları görülmektedir. Doğurganlık devamlı azalmaktadır. Buna karşın yaşam süresi uzamaktadır. Bugün yaşlılık dediğimiz yaşam döneminin 40 ile 50 yıl sürebileceğini göz önüne aldığımızda, yaşlılık döneminin içinde keşfedilmesi gereken potansiyellerini tasavvur etmek zor değildir.
Potansiyel kavramından ise bedensel, sosyal ve psişik yeterlilikleri anlıyoruz. Özellikle yaşlılığın erken dönemlerinde bu alanlardaki yeterliliklerde önemli bir eksilik veya kayıp olmuyor. Dolayısıyla yaşlıların kendileri ve çevreleri için yapabilecekleri, torun bakmanın ötesine taşabilecek olan potansiyellerinin devreye sokulması hem yaşlılar hem de toplum için kazançlı olacaktır.
Ancak önyargılarımızdan kurtulmalıyız. Yaşlıları kullanım tarihi geçmiş eşya gibi görmemeliyiz. Nesilden nesile aktarılan önyargılarımızı gözden geçirip 'çöp ile samanı' birbirinden ayırt etmeliyiz. Bunlar söylemesi kolay ama başarması zor olan şeylerdir. Farkında olmadığımız, hatta iyi zannettiğimiz duygu, düşünce ve tutumlarımızın içindeki yaşlıyı dışlayan unsurları bulup çıkarmak ve bunlardan 'arınmak' uzun vadeli bir girişimdir. Asılarca süren bu 'birikimi' bir günde ve özellikle 'laf' ile ortadan kaldırmayız.
Demografik değişimler bizden sadece bu değişimlere uygun sosyal politikalar beklemiyor, aynı zamanda birey olarak kendi üzerimizde çalışmamızı, kendimizi değiştirmeyi de bizden talep ediyor.
Asıl zor olan budur. Yaşlılık istesek de istemesek de bizi değiştirecek, sosyal çevre bize yaşlı damgasını vuracaktır. Bunları kontrolsüz bir şekilde oluruna bırakmak yerine, biz değişelim ki yaşlanma süreçlerimiz değişebilsin. Yaşlanma ve yaşlılığa bu şansı tanımalıyız.