1990 sonrası Türkiye'nin yaşadığı temel ikilem şuydu: Türkiye bir yandan Soğuk Savaş'ın sona ermesiyle uluslararası düzlemde sorgulanmaya başlayan Batılı kimliğini diriltmek adına Avrupa Birliği'ne üye olmaya çalışıp bu yönde reformlar yaparken, diğer yandan Avrupalıların Türkiye'ye karşı sürdürdükleri ikircikli tutumları bu reformların istenmeyen güvenlik endişeleri ortaya çıkarmasını mümkün kılmıştı.

Soğuk Savaş sonrası ortamda Sovyet tehdidinin ortadan kalkması ile Avrupalı ülkeler daha fazla kendi içlerine kapanırlarken global ve bölgesel ufukları daralmıştı. Sovyet tehlikesi bağlamında Türkiye'ye olan ihtiyaçlarında bir azalma olmuş, Türkiye'nin Avrupa'nın güvenliğine yapabileceği katkılar tam olarak anlaşılamamıştı.

Avrupalılar 1990'larla birlikte Türkiye'ye daha fazla demokratikleşme ve özgürlükler penceresinden bakmaya başlamışlar, Soğuk Savaş yıllarının mirası olan stratejik ve askeri değerlendirmeleri göreceli olarak arka plana itmişlerdi. Artık Türkiye'nin Avrupalılığını onun demokrasi ve özgürlükler alanındaki performansıyla ölçmeye başlamışlardı.

AB ülkelerinin bu tutumu aslında sadece Türkiye'ye karşı ortaya çıkmış değildi. Merkezi ve Doğu Avrupa ülkelerine de benzer zaviyelerden yaklaşmaktaydılar. Merkezi ve Doğu Avrupa ülkeleri AB tarafından öne sürülen üyelik koşullarını daha sorunsuz ve gürültüsüz bir şekilde yerine getirirlerken Türkiye tam aksi bir tutum içine girmiş ve AB ile olan ilişkilerinde adeta kendi üyelik şartlarını AB ülkelerine dayatmak istemişti.

Türkiye, AB ile ona üye olmak isteyen ülkeler arasındaki hiyerarşik ilişkiyi görmek istememiş sanki eşitler arası bir müzakere süreci söz konusuymuş gibi davranmakta ısrar etmişti. Gerek Türkiye'nin bu gönülsüz tutumu gerekse de bunun akabinde AB'nin yollamaktan imtina ettiği güçlü üyelik sinyalleri ikili ilişkilerde güvensizlik yarattı.

90'ların başından üyelik müzakerelerinin başladığı 2005 yılına kadar Türkiye-AB ilişkilerine bu güvensizlik havası damgasını vurdu. AB'den gelen sinyaller oldukça zayıf olunca Türkiye'de üye olunamayacağına dair güçlü kanaatler oluşmuş, böyle bir ortamda daha fazla demokratikleşme ve özgürleşme adımları ülke güvenliği için tehlikeli görülmüştü. Zira olmayacak bir AB üyeliği uğruna radikal adımlar atmak ayrılıkçı etnik ve radikal gruplar tarafından istismar edilebilir ve Türkiye'nin laik, homojen ve üniter devlet yapısı zarar görebilirdi.

Aslında Türk yöneticiler küreselleşme sürecinin dayatmakta olduğu demokratikleşme ve özgürleşme ihtiyaçlarının farkındaydılar ve bunları yerine getirme konusunda istekliydiler. Sıkıntı yaratan durum Türkiye'nin küreselleşmesiyle Avrupalılaşması süreçlerinin aynı şeymiş gibi algılanmasından kaynaklanmaktaydı. Türkiye'nin küresel sistemin parçası olmak istemesiyle onun AB üyelik süreci birbirine paralel tanımlanınca, ne zaman AB ile ilişkilerde gerginlik olsa Türkiye'de küreselleşme ve demokratikleşme süreçleri yavaşlıyor ve birçok kesim küreselleşme ve liberal-demokratikleşmeyi tehdit olarak görmeye başlıyordu. Halbuki bu süreçte rahatsızlık yaratan asıl şey yapılan reformlardan ziyade AB'nin tutumundaki belirsiz ve ikircikli durumun sürmesiydi. Avrupalılaşmaya gerek kalmadan ya da AB üyeliği peşinde koşmadan da demokratikleşme ve özgürleşmenin olacağına dair Türkiye'de hiçbir fikirsel ve altyapısal hazırlık mevcut değildi. Yılların birikimi ister istemez bütün bu süreçleri iç içe geçirmiş ve Türkiye'nin çözmekte zorlandığı güvenlik ikilemlerini yaratmıştı.

Soğuk Savaş sonrası ilk 15 yılda Türkiye'nin AB ile ilgili olarak yaşadığı sorun yapısaldır. AB üyelik süreci bir yandan can simidi olarak görülmüş diğer yandan da Türkiye'nin üniter devlet yapısıyla modern ve homojen ulusal karakterini erozyona uğratacak tehlikeli bir yolculuk olarak algılanmıştır. Bu, Türkiye'nin Avrupa ile yıllardır yaşamakta olduğu aşk-nefret ilişkisinin kaçınılmaz sonucuydu. Türkiye bir yandan küresel ekonomiye entegre olabilmek ve zamanın yükselen değerleri doğrultusunda kendini dönüştürebilmek için AB üyeliği yolunda reformlar yaparken, diğer yandan AB'yi ABD ve diğer küresel aktörlere karşı bir denge unsuru olarak görmüştür. Yani Türkiye hem iç dönüşümünü yapabilmek hem de başta ABD olmak üzere küresel aktörlere karşı pazarlık gücünü arttırabilmek için AB'yle iyi ilişkiler kurmak zorundaydı.

Bu iki amaç netice itibariyle Türkiye'nin güvenliği ile yakından ilgiliydi. Osmanlıdan kalan yalnız kalma korkusu da Türkiye'yi AB'ye iten nedenler arasındaydı. Ama burada Türkiye yaşamsal bir sorunla karşı karşıya kaldı. Bütün bu reformların neticesinde Kemalist Cumhuriyetin genetik kodlarında derin kırılmalar olabileceği gibi Türkiye sonuçta AB üyesi olamayabilirdi de. Daha da vahimi modernlikten post-modernliğe geçme adına AB üyelik süreciyle uyumlu yapılan reformlar Türkiye'nin modern kazanımlarının kaybedilme tehlikesini ortaya çıkarabilirdi.

İşte Türkiye'nin yaşıyor olduğu yeni güvenlik ikilemi buydu. Türkiye tarafında mevcut olan bu kafa karışıklığı ve belirsizlik durumunun ortadan kalkmasında Avrupa Birliği'ne düşen sorumluluk büyüktü. Zira AB-Türkiye ilişkisinde daha güçlü olan taraf AB'ydi ve karşı tarafı inandırmak adına atılması gereken adımları atma lüksüne AB sahipti.

AB'den gelen sinyaller net olmadıkça Türkiye'nin yeni güvenlik ikilemi geçerliliğini korumaya devam etti. Bu konuyu tartışmaya devam edeceğiz