2016 yılından bu yana özellikle yurtiçinde artan güvenlik kaygılarına paralel olarak ve Ortadoğu'daki kötüleşen güvenlik ortamına bağlı olarak Türk dış politikasında bir ölçek küçültme yaşansa da, Türkiye'nin uluslararası arenada nüfuz sahibi olma konusundaki artan iştahı, geri dönüşü olmayan noktayı çoktan geçti. Mevcut ekonomik sorunlar ve artan güvenlik endişeleri Türkiye'nin dış politika hedeflerini bir şekilde sınırlandırmış olsa da pek çok gözlemci Türkiye'nin kendi bölgesinde ve dünyada etkili roller oynama arzusunu asla kaybetmediğini düşünüyor. Türkiye'nin Suriye, Doğu Akdeniz ve Libya'da devam eden aktivizmi ve bunun yanı sıra bölgesel ve küresel yönetişimde etkili roller oynama çabaları durmaksızın devam ediyor. COVID-19'u yenmek bağlamında Türkiye'nin küresel ölçekte bir diplomasi takip ediyor olduğu ayrıca not edilmeli.

Diğer birçok ülke gibi Türkiye de artan güç kapasitesiyle normlarını ve değerlerini daha iyi yansıtacak yeni bir dünya düzeni kurulması gerektiğini düşünüyor. Ancak Türkiye'yi anlama çabalarında gözden kaçırılan noktalardan biri Türkiye'nin uzun zamandır Batı uluslararası topluluğunun bir üyesi olduğu ve Batılılaşma/Avrupalılaşma süreçlerinin Türkiye'nin ulusal kimlik dönüşümünü şekillendirmeye devam ettiğidir. Türkiye'nin uluslararası kuruluşlarda Batılı güçlerle on yıllara varan ilişkileri Türkiye'nin ortaya çıkan dünya düzeninde kendini nasıl konumlandırdığını anlamamızda bize yardımcı olmalı.

Liberal uluslararası düzene devrimci bir perspektiften meydan okuyan birçok ülkenin aksine Türkiye Batılı liberal değerleri uzunca bir süredir kendi içinde tecrübe ediyor. Bu süreçte dönemsel sıkıntılar ve aksaklıklar yaşansa da, 1952'den beri NATO'nun üyesi olan Türkiye aynı zamanda neredeyse yarım asırdan fazladır Avrupa Birliği'ne üye olmaya çalışıyor. Modern Türkiye Cumhuriyeti'nin temelinde yatan fikirler arasında Türkiye'nin kendini güvende hissetmesi için onun Batı merkezli uluslararası toplumun meşru bir üyesi olması ve Türkiye'nin Batılı kimliğinin öncelikle Batılı ülkelerce tanınması gerektiği yer alır.

Batı karşıtı marjinal siyasi akımlara rağmen, Türkiye'nin gelişme, demokratikleşme ve modernleşme süreçlerinde Batıyla kavgalı olma durumu asla söz konusu olmamıştır. Bu arka plandan bakıldığında Türkiye'nin mevcut uluslararası düzene meydan okuması Batıya rağmen değil bilakis Batının içinden gelen bir ses olarak değerlendirilmelidir. Türkiye, İkinci Dünya Savaşı'nın hemen sonrasında Batılı güçler tarafından inşa edilen mevcut liberal uluslararası düzenin temel normları ve değerlerine karşı değildir. Bu değerlerin Batı dışı coğrafyalara taşınmasında Türkiye'nin, özellikle Soğuk Savaş sonrasında, aktif rol oynamak istediğini ve bu yüzden Batılılarca model ülke olarak görüldüğünü unutmayalım.

* * *

Aralarında Türkiye'nin de bulunduğu birçok orta seviyeli güç, Soğuk Savaş sırasında iki-kutuplu güvenlik ortamının olumsuz sonuçlarını azaltmaya ve mevcut sistemin düzgün işleyişine katkıda bulunmaya çalıştılar. Bu ülkeler liberal-demokratik Batı kampı ile sosyalist-komünist Doğu kampı arasındaki gerilimi azaltmak için ellerinden geleni yaptılar. Dünyanın dört bir yanındaki çatışmaların çözümüne aracılık ederek olası lokal krizlerin daha yukarı seviyelere tırmanmasını önlemeye gayret ettiler. Bu ülkelerin çoğu şu anda ABD ile Çin arasında yeni bir Soğuk Savaş geriliminin yaşandığını görüyorlar ve bu durumdan son derece rahatsızlar. Bundan dolayı aralarında Japonya, Almanya, Kanada ve Avustralya'nın da yer aldığı orta seviyeli güç kapasitesine sahip bazı ülkeler son zamanlarda dünya genelinde tırmanmaya başlayan jeopolitik gerginliği azaltmaya ve liberal uluslararası düzenin devamını mümkün kılmaya çalışıyorlar. Türkiye de bu ülkeler arasında yer alıyor. Fillerin tepiştiği ve kaba gücün hakim olduğu bir dünyada Türkiye dışsal zorlamalara daha çok maruz kalır.

* * *

İmparatorluk mirasına sahip, güç yeteneklerinde önemli artışlar yaşayan, Batı dışı aktörlerin dünya siyasetinde her geçen gün daha önemle olmaya başladığını gözlemleyen ve Doğu ile Batı arasında sınırda bir yerde bulunan Türkiye, yeni dünya düzeninin şekillenmesi noktasında daha etkili bölgesel ve küresel roller oynamak istiyor. Bu süreçte önemli olan Batı uluslararası topluluğuyla olan kurumsal bağlarının Türkiye'nin dış politika revizyonizmini yumuşattığıdır.

Türkiye'nin Batı içindeki belirsiz konumuna, özellikle de AB üyeliğine yönelik mevcut itirazlara ve Türkiye'nin stratejik yönelimi hakkında NATO üyeleri nezdinde söz konusu olan bazı şüphelere rağmen, Türkiye ve diğer yükselen güçler arasında ortaya çıkmakta olan yeni dünya düzenine yaklaşım bağlamında temel bir fark var. Çin merkezli bir uluslararası düzeninin ya da otoriter rejimlerin oluşturduğu bir ligin ortaya çıkmasına çalışmak yerine Türkiye'nin istediği yeni düzeninin Türkiye'nin güç kapasitesini ve değerlerini daha dengeli ve adil bir şekilde yansıtmasıdır. Artan güç kapasitesine paralel olarak Türkiye mevcut uluslararası kurumlar içinde daha fazla temsil edilmeyi istiyor. Türkiye'nin sesi aslında içeriden bir ses. Aile içi bazı konjonktürel kavgalara dayanarak Türkiye hakkında aceleci sonuçlara varacak kadar tembel olan Batılı çevreler bu durumu görmeliler. ABD Başkanı Donald Trump'ın yeniden seçilmesi ya da Joe Biden'in başkan olmasına bakılmaksızın, Türkiye'nin ABD ile ilişkileri Türkiye'nin benzersiz kimliği temelinde yeniden oluşturulmalı. Bu mantık Batı sonrası uluslararası düzendeki konumunu belirlemeye çalışan Avrupa Birliği ve onun iki önemli üyesi Fransa ve Almanya için de geçerli. Batı'nın Türkiye'yi kazanması gerekiyor.