Her şeyi olduğu gibi değil, biz neysek öyle görüyoruz. Görmek, yalnızca fizyolojik bir eylem değildir; sosyolojik, psikolojik ve ideolojik katmanlarla biçimlenen bir süreçtir. Algılarımız, içinde doğduğumuz toplumsal yapının ürünü olarak şekillenir ve biz farkında olmadan dünyayı bu yapının prizmasından izleriz. Toplumsal cinsiyet, sınıf, etnisite, dindarlık gibi değişkenler, algılarımızın nasıl biçimlendiğini belirleyen önemli sosyolojik faktörlerdir.
Pierre Bourdieu’nün “habitus” kavramı, tam da bu noktada devreye girer. Habitus, bireyin içinde yetiştiği toplumsal çevrenin ona kazandırdığı düşünme, algılama ve eyleme biçimlerini ifade eder. Yani bir olayı, bir durumu ya da bir insanı değerlendirirken, aslında kendi toplumsal geçmişimizin sınırları içinde hareket ederiz. Aynı doğa manzarası, bir kapitalist için yatırım yapılacak bir kaynak, bir çiftçi için geçim kaynağı, bir doğa aktivisti içinse korunması gereken bir ekosistem olabilir. Bir lüks restoranda oturan bir kişi için oradaki atmosfer güvenli ve rahatlatıcıyken aynı mekâna sadece dışarıdan bakabilen biri için bu görüntü toplumsal dışlanmanın acı bir temsiline dönüşebilir. Demek ki gördüğümüz şey, gerçeğin kendisi değil, bizim toplumsal formasyonumuzdan süzülen bir anlamdır.
Bu noktada, algılarımızın sınıfsal ve kültürel bağlamdan bağımsız olmadığını vurgulamak gerekir. Örneğin, yoksulluk birisi için “kişisel başarısızlık” olarak algılanırken, sosyolojik bir perspektiften bakan biri için yapısal eşitsizliklerin bir sonucu olarak değerlendirilir. Yoksulluk, bireysel çabayla aşılabilecek bir durum değildir; aksine, toplumsal kurumların, ekonomi politikalarının ve sosyal sermayenin belirleyici olduğu bir süreçtir. Bir birey, kendi sınıfsal konumuna bağlı olarak yoksulluğu ya bir tembellik göstergesi ya da sistemik adaletsizliğin bir sonucu olarak görebilir.
George Herbert Mead’in simgesel etkileşim kuramı da algının sosyal boyutunu anlamak açısından önemli bir bakış sunar. İnsanlar, anlamları toplumsal etkileşim yoluyla inşa ederler. Bir sözcük, bazıları için nötr veya önemsiz olabilirken, belirli bir gruba mensup bireyler için tarihsel ve duygusal yüklenmeler taşıyabilir. “Kadın” ve “ana” kavramları, feminist bir birey için ataerkil düzenin birer yansıması olarak değerlendirilirken, geleneksel bir yapıda yetişmiş biri için kutsallıkla ilişkili olabilir. Bir başka örnek olarak, “anne” kelimesi, kimi için sıcak bir yuva, kimi için travmatik bir geçmişi hatırlatan bir kavram olabilir. Toplumsal roller, dil ve semboller aracılığıyla inşa edildiği için gerçeklik dediğimiz şey de sabit ve değişmez değildir; aksine, sürekli olarak yeniden üretilen bir anlam dünyasının içindeyiz.
Algının bu denli öznel ve toplumsal olması, bireyler arası empatiyi ve toplumsal adaleti nasıl tesis edebileceğimiz sorusunu da beraberinde getirir. Birey olarak dünyayı sınırlı ve öznelliklerimizle biçimlenmiş bir filtreden görüyoruz. Ancak bu farkındalıkla hareket etmek hem bireysel hem de toplumsal ilişkilerimizi daha anlayışlı ve kapsayıcı hale getirebilir. Başkalarını yargılamadan önce, onlara hangi gözle baktığımızı sorgulamak, empatiyi çoğaltmanın ve toplumsal barışı inşa etmenin en önemli adımlarından biridir.
Gördüklerimiz mi gerçek, yoksa görmek istediklerimiz mi? İşte tam da burada, sosyolojinin temel sorularından biri devreye giriyor: Gerçeklik, mutlak ve nesnel bir varlık mıdır, yoksa sosyo-kültürel yapılar ve bireysel deneyimlerimizle şekillenen bir inşa mı? Bu soruya verilecek yanıt, sadece bireysel bir aydınlanma yaratmaz; aynı zamanda toplumsal değişim için de bir kapı aralar. Çünkü bir toplumu değiştirmek, öncelikle onu nasıl gördüğümüzü dönüştürmekle mümkündür.
Algının sosyolojik boyutu
Funda Alpaslan Talay / Uzman Sosyolog
Yorumlar