Seramik sanatçısı Tufan Dağıstanlıyla 2013 yılının yaz sonunda bir söyleşi yaptım.
Anadolu’nun bozkırından yeni geldiğim yıllar. Biraz ciddiyet olsun diye kravat filan takıyorum o kavurucu sıcaklarda.
Sevgili Tufan abi, ‘Az sabret Antalya’ya sonbahar biraz geç gelir. Eylülün onbeşinden sonra mevsim döner. Sonra Ekim, Kasım. İşte tam zamanıdır Antalya’nın o aylar…’
İşte o günler geliyor gelmesine de belki de güneşin son sıcaklığını hissetmek için hafta sonu batıya doğru kaçtık.
Yağmurla gittik yağmurla geldik. Biz buralarda yokken zaten Antalya erken bir klasiğini yaşamış!
Bu coğrafyaya aşık olmak için bir çok neden sıralayabilirsiniz.
Bunlardan birisi de o taraflar.
Yani Kekova, Kaş, Kalkan…

Turizmcinin derdi yıl boyunca biz gazetecileri gerer ya!
Bu kez dertlerini onlara bıraktık.
İki günlüğüne bana ne dedik;
Kaç turistin geldiğinden ya da gelemediğinden.
Rusya’nın ambargosundan.
Çok derdimdi;
İster şehir merkezine insinler isterse otellerde yan gelip yatsınlar.
İsterseniz bu turizmin başkentine yeni bir logo yapın yeni sloganlar üretin.
İsterseniz eskisiyle devam edin, sallayın…
Bana ne kaç turizm işçisinin işsiz kaldığından.
Çok derdimdi sanki Kaleiçi!...
Ulan bu memleket de turist gibi yaşamanın keyfini sürmek varken biz her gün turizmcinin derdini dert ediniyor meselelerini gündeme taşıyacağız diye yırtınıyoruz.
!!!!!!!
Şakası bir yana bu şehri pamuklarla sarıp sarmalamalı.
Gözümüz gibi bakmalıyız.
Böylesine maviyi böylesine yeşili, böylesine sarıyı başka hiçbir yerde göremeyiz.
Aslında gökkuşağının içinde yaşıyoruz kıymetini bilmiyoruz.