Ülkemizin dört bir yanında, adaletin terazisini kendi eline alan insan sayısı hızla artıyor. Her gün haberlerde sokak ortasında birbirine hakaret eden, tartışmayı kavgaya dönüştüren, hatta ne yazık ki silaha başvuran insanları görmek sıradanlaştı. Kavga eden iki insanın ortasında duran boş bir vicdan, bizlere kaybolan hoşgörünün izini anlatıyor aslında. Ancak bu değişim, yalnızca bireylerin karakter özelliklerinden mi kaynaklanıyor, yoksa daha derin bir toplumsal dönüşümle mi karşı karşıyayız?

Adalete olan güvenin zedelenmesi, toplumdaki hoşgörüyü de eriten en büyük etkenlerden biri. Adalet sistemine güven azaldıkça, insanlar kendi adaletlerini kendileri sağlamaya çalışır hale geldi. Bu durum ise, toplumdaki gerilimi katbekat artırmakta. "Haksızlığa uğrayan ben isem, hakkımı arayacak olan da benim" düşüncesi yerleşmeye başladığında, dinleme, anlama duygusu bir kenara bırakılıyor, diyalog yolu kapanıyor ve sabır eriyip gidiyor.

Özellikle genç nesilde sıkça gözlemlediğimiz hak talep etme anlayışı, aslında adaletin zayıfladığı toplumlarda hızla yayılan bir hastalık. Adaletin gerçekten yerine geldiğine inanmayan bireyler, taleplerini karşılamak için çareyi karşısındakiyle çatışmakta buluyor. Bu durumda hoşgörü ve dinleme en çok ihtiyaç duyduğumuz ve en çok eksikliğini hissettiğimiz değerler haline geliyor. Çatışmanın çözüm aracı olarak görülmesi, toplumun her kesiminde karşılıklı güveni sarsan bir döngüye yol açıyor.

Adalet sistemine duyulan güvensizliğin artması, toplumdaki diğer kurumları da etkileyerek bir tür "güven erozyonuna" sebep oluyor. "Devlet beni korumuyorsa, ben kendi başımın çaresine bakarım" anlayışı, sıradan bir tartışmada bile kişilerin sinirlerine hâkim olamamasına, sakinliği bir zayıflık olarak algılamasına yol açıyor. Oysa adaletin güçlü olduğu toplumlarda, insanlar kişisel ihtilaflarını daha soğukkanlı ve sağduyulu bir şekilde çözmeye meyilli oluyorlar. Toplumda adalet duygusunun tesisi, bireylerin birbirine karşı duydukları saygıyı ve hoşgörüyü de artırıyor.

Burada hepimize büyük bir görev düşüyor. Hem bireyler hem de toplum olarak önce birbirimizi anlamaya, sonra da çözüm odaklı iletişimi desteklemeye çaba göstermeliyiz. Adalet sisteminde yapılacak iyileştirmeler, elbette ki bu sürecin vazgeçilmez bir parçasıdır. Ancak en büyük değişim, bizlerin hoşgörü ve dinleme/anlama gibi değerleri yeniden toplumun merkezine koyma çabasıyla gerçekleşebilir.

Birbirimize olan tahammülümüzü yitirdikçe, aslında toplumun özünden de uzaklaşıyoruz. Adaletin yalnızca bir kanunlar bütünü değil, aynı zamanda vicdanlara işleyen bir duygu olduğunu unutmamalıyız. Her birey önce kendi adalet terazisini dürüst ve sağlam tutmayı öğrenmelidir. Toplumsal huzur ve güven, ancak her birimizin bu teraziyi dengelediği bir ortamda yeşerir. Aksi halde, sürekli bir çatışma halinde ve güven bunalımı içinde yaşamaya devam edeceğiz.