"Yolculuktan haberin yok galiba ki yoldaki karıncayı incittin.” Bu cümle, bir insanın kendisiyle çevresiyle ve yaşamın derin anlamıyla kurduğu ilişkiye ayna tutuyor. Sadece fiziksel bir yolculuktan değil, insanın varoluş yolculuğundan bahsediyoruz. Bu yolculuk; nezaket, empati ve farkındalıkla örülmesi gereken, herkesin bir şekilde içinde yer aldığı kolektif bir serüven. Ancak ne yazık ki modern toplumlar bu yolculuğun özünü unutmuş gibi görünüyor.
Bir toplumun vicdanı, en zayıf halka olan canlılara gösterdiği muameleyle ölçülür. Karınca, kuş, köpek... Onlar bizimle aynı dünyayı paylaşan yol arkadaşlarımız. Ancak ne yazık ki güç ve tahakküm odaklı sosyal düzen, güçlü olanın zayıf olanı ezmesi gerektiği fikrini kutsuyor. Bir karıncayı ezmek ya da bir ağacı kesmek, yalnızca bireysel bir tercih değil, aynı zamanda sistemin dayattığı bencil ve tüketim odaklı ideolojinin bir yansımasıdır.
Toplum olarak empatiyi kaybettiğimizde, bu sadece diğer canlılara zarar vermekle kalmaz; insanın insanla ilişkisini de bozar. Bugün insanlar arasındaki çatışmaların, adaletsizliklerin ve sevgisizliğin temelinde de bu empati yoksunluğu yatıyor. Yolda karıncayı inciten bir zihniyet, komşusunun hakkını çiğnemekte ya da iş arkadaşını haksızca eleştirmekte hiçbir beis görmez. Çünkü yolculuğun anlamını unutan bir birey, kendi varlığını merkeze koyar ve çevresini sadece tüketilecek bir kaynak olarak görür.
Peki bu kısır döngüden nasıl çıkabiliriz? Öncelikle, kendimizi yolculuğun farkına varmaya adamalıyız. Yolculuk, yalnızca hedefe varmakla ilgili değildir. Yolculuk, yolda gördüğümüz her canlının bizimle aynı değeri taşıdığını fark etmektir. İnsanlığın kurtuluşu, yolculuğun kendisine, yani empatiye, nezakete ve sevgiye geri dönmekten geçiyor.
Yolda karıncayı inciten, sonunda kendi yolculuğunu da baltalar. Her hareketimizle bu dünyada bir iz bırakıyoruz. O izi, sevgi ve iyilikle doldurmak ise bizim elimizde.
Her insanın yaptığı, er ya da geç kendine döner. Bir karıncayı inciten kişi, kendi içinde bir parça vicdanı öldürür. Bir başka insana haksızlık eden, aslında kendi insanlık onurunu çiğner. Bu, evrensel bir yasa gibidir; yaşam, bize eninde sonunda ektiğimizi biçtirir. Nezaket eken sevgi biçer; hırs ve kötülük eken ise yalnızlık ve pişmanlıkla yüzleşir.
Bu döngüden çıkmak ve iyiliği yeniden egemen kılmak için toplumsal bir uyanışa ihtiyacımız var. Modern dünyanın zorlu koşulları, iyiliği safdillik olarak gösterebilir. Ancak bu, sistemin bizi içine çektiği bir yanılsamadan ibaret. Gerçek güçlüler, iyilikten vazgeçmeyenlerdir. Çünkü iyilik, karşılık beklemeden yapılan ve sonunda bir dalga gibi büyüyerek toplumu dönüştüren bir eylemdir. Artık kötüler değil, iyiler kazansın diyorsak önce kendimizle başlayıp iyiliği çoğaltmamız gerekiyor.
Kötülük hızlı ve kolay görünse de hiçbir zaman kalıcı bir kazanç sağlamaz. İyiliğin etkisi ise yavaş ama derin olur; köklere işler ve hayatın her alanını dönüştürür. Her bir birey, küçük bir iyilikle bu dönüşümün parçası olabilir. Yolda gördüğü karıncayı ezmemek, bir insana tatlı bir söz söylemek, bir ağacı korumak… Bunlar basit görünen ama büyük anlamlar taşıyan adımlardır.
O zaman haykıralım: Artık iyiler kazansın! Bu sadece bir dilek değil; yaşama karşı bir duruştur. Empatinin, sevginin ve adaletin egemen olduğu bir dünyayı inşa etmek elimizde. Kendi yolculuğumuzu güzelleştirerek başkalarının yolculuğunu da anlamlı hale getirebiliriz. Çünkü bu dünya hepimizin ortak yolculuğunun sahnesidir ve sahnede iyilik, her zaman en büyük alkışı hak eder.