İçinde bir ses, ona ait ama yeni bir tonda sesleniyor: “Hadi yaz, yazmazsan olmaz”.
Başka bir ses araya giriyor: “Ya güzel olmazsa, ya kimse beğenmezse”
Cevap geliyor ilk sesten: “Olsun, sen yine de yaz”
Cesaretle korkunun, arzuyla endişenin savaşında galip gelen kuşkusuz, sabırsız bir yazma dürtüsü.
Konuşmayı ve kendini anlatmayı sevmeyen çekingenliği, yazarken yaprak yaprak açılıyor. Son satırda yaşadığı coşku, ruhunu yeni bir kaygının kucağına bırakıyor: “Yine bu kadar iyi anlatabilir miyim?”
Yazarın, ‘bir daha yazamama korkusu’ ona, dalgaların arasında, nefesinin tükenmesi gibi bir panik hali yaşatabilir. İşte o an tek kurtuluş zihni susturmak. Çünkü dinlenmeyen, yorgun bir zihin, dinmeyen kuruntuların esiri olmaya devam eder. Yeni bir yazı için sadece başlamak yeter ve devamı yazarın yaşama nedenidir, yaşamak için yazar, yazmak için yaşar.

Hayal gücümüz oyun oynamaya ve masal dinlemeye ilk başladığımız yıllarda gelişiyor. Henüz konuşmayı yeni öğrendiğimiz yaşlarda hikâyeler uydurmaya başlıyoruz. Kendi kurduğumuz dünyalarda, prenses, kral, çocuk, savaşçı… olup evcilik oyunlarında, minik renkli oyuncaklarla -mış gibi renkli, masum ve sınırsız bir dünya yaratıyoruz. Büyüdükçe…

Belki hepimiz aynı tutkuyla yazamıyoruz ama her daim anlatmayı, kurgulamayı ve dinleyicinin gözünde istediğimiz dünyayı canlandırmayı seviyoruz. Dedikodu girdabında sürüklenen teyzelerin cümlelerini düşünün, nasıl da gerçek! Kendi dünyalarını, gündelik telaşlarını, dertlerini ve abartılı sevinçlerini anlatırken de nasıl süslerler kelimelerini, ahenkle, binbir edayla!
Sonra bu anlatıcı teyzelerin ve kahvelerde, iş yerlerinde facebook başında, başka bir jargonla konuşan amcaların oluşturduğu ‘toplum’, ‘elalem’, ‘konu komşu’ dediğimiz bol ön yargılı hikâyelerinde esas kız, esas oğlan oluruz. Onların gözünden bakıp kendimize etiketler, yasaklar, kurallar belirleriz. An gelir, onlar da bizim figüranlarımız olur.
Jean-Paul Sartre’ın çok güzel bir sözü var konuyla ilgili:
"Bir insan her zaman hikâye anlatıcısıdır; kendi hikâyeleriyle ve başkalarının hikâyeleriyle çevrili yaşar; başına gelen her şeyi onlar aracılığıyla görür ve hayatını anlatıyormuş gibi yaşamaya çalışır."
Bu cümleyi Murat Gülsoy’un kitabının girişinde okumuştum. Düş dünyamın hikâyelerini nasıl daha iyi anlatabileceğimi onun kitabında çözmüştüm. Gülsoy, ‘Büyübozumu: Yaratıcı Yazarlık’ da yazmak isteyenlere örneklerle önerilerde bulunuyor ve o da “Her olaydan, her şeyden bir hikâye çıkabilir.” diyor. Bu kitabı okuduktan sonra etkisi birkaç kitap daha sürmüştü. Okuduğum yeni bir romanda ya da yeni bir öyküde karşılaştığım kurmacanın tüm sihrini çözmeye çalışıyordum. Yine de iyi yazmanın teknikten ve güçlü bir matematikten ibaret olduğuna inanmak istemiyorum. Edebiyatın da esnetilebilir ve hatta yıkılabilir kuralları olmalı. Ben kendimi bile şaşırtmalıyım yazarken. Okurken heyecan duymadığım bir yazı, bir başkasına nasıl dokunabilir ki? Dönüp tekrar tekrar okuduğumda, “vay be” dedirtmeliyim içimdeki tüm korkak seslere. Eyvah yoksa ilk paragraftaki ben miyim?