Hassas ruha sahip insanların hayat öyküsü, incinen kalplerinin kırıklarını onarmakla geçer. Bizler ise yaşarken hiç bitmeyecekmiş gibi hırslarla ördüğümüz dünyamızda onları hüzünle anarız. Oysa onlar, hayatlarını bencillikten uzak ve herkes için mümkün olan bir iyiliğin düşü içinde yaşarlar. Stefan Zweig da bana göre böyle biriydi. Tanık olduğu savaşların, yıkımların ve o büyük acıların izlerini taşıyamadı, özgür iradesiyle seçtiği, istediği bir zamanda hayatını sonlandırdı. Son yazdığı cümlelerinden biriydi:“Yaşama kendi dileğimizle başlamıyoruz, oysa ölümü seçmekte özgürüz. Bu kararı verdiğimden beri çok rahatladım.”

Stefan Zweig, varlıklı bir ailede büyüdü, çok iyi eğitimler aldı ve eserleri dünya çapında tanındı, sevildi. Bir yazarın isteyebileceği her şeye sahipken Hitler’in kararttığı hayatların acısını derinden hissetti. Onun da evi arandı, kitapları yakıldı, birkaç kez ülke değiştirmek zorunda kaldı. İntihar mektubunda, ona ve eşine huzurlu bir yaşam sağladıkları için son yaşadığı ülke Brezilya’ya teşekkür etti. Mektubunun son satırlarında,
“Bütün dostlarımı selamlarım! Hepsine uzun geceden sonra gelen tanın kızıllığını görmek nasip olsun! Ben, her zamanki sabırsızlığımla önden gidiyorum.” dedi.
Ölüm zamanına karar verdiğinde bu yolculuğa yalnız çıkmadı. Eşiyle birlikte zehir içerek intihar ettiler. İlk evliliğinde 20 yılını birlikte geçirdiği eşini de intihar fikri için ikna etmeye çalıştı ama sonra vazgeçti. Ben, Zweig’ın ilk eşi Frederike' in çok güçlü bir kadın olduğunu düşünüyorum. Ancak ikinci eşi Lotte’nin ise kalbinde daha büyük, daha doğrusu tutkulu bir aşkı taşıdığına inanıyorum. Laurent Seksik ‘Stefan Zweig'in Son Günleri’ isimli kitabında, bu inancımı doğrulayan, aşık Lotte’nin kelimlerine yer verdi:“Duygularımın sınırsız yakıcılığı onun ruhunu ısıtacak. Gözyaşlarım ızdırabını ve sızısını dindirecek. Bu fani dünyada onun yüreği ulaşılmaz ama benim sevgim sonsuzluktan daha büyük, sevgim yüreğine erişecek, sevgim o kadar güçlü olacak ki onun cansız bedenini taşıyacak.”

Böylesi tutkulu ve adanmış bir sevginin benzerini Stefan Zweig’ın ‘Amok Koşucusu’ isimli hikayesinde de hissetmiştim. Ruhundaki tutku, büyük arzu, öfke ve tüm bu hislerin içinde acı veren bir kayboluşu yaşayan insanların ‘o an’ hallerine verilen isimdir ‘Amok’. Bu ezici duygularla yerinde duramayıp sadece kendine değil önüne çıkan herkese, her şeye zarar vererek koşmaya başlayan bir adamdır ‘Amok Koşucusu’. Hikayenin özündeki doktor ise tıpkı Stefan Zweig’ın kendi, gerçek hayatındaki eşi Lotte gibi yakıcı bir aşkın esaretindedir. İşte bu nedenle Stefan Zweig’ın hikayeleri ile kendi yaşam öyküsü birbirine dolanmış, derin ve anlaması haz veren, büyülü bir sarmalın katmanları gibidir.