“Seyir eden misin, seyreden mi bu alemde?” Kitabın ilk sayfası böyle başlıyor. Durup düşünüyor insan ne demek bu diye? Bir süre ikinci sayfaya geçemedim. Bu soruya seyir edenim demek istiyorum ama gerçekten de öyle miyiz acaba? Benim kararım, benim hayatım, benim düşüncelerim derken bütün bunlar gerçekten benim mi? Ya bunca zaman kendi zihnim tarafından manipüle edilip benim sandığım çakma bir karakter mi yönetiyor beni?

Piraye’nin ‘Seyir’ kitabı biraz farklı bir kişisel gelişim kitabı olmuş gibi geldi bana. Kitabın kurgusunda biraz sıkıntılar var, okurken o yüzden kurguya çok takılmayın derim.

Bu kitapta Mina’nın dibe vurmuş halinden nasıl tekrar yüzeye çıktığını okuyorsunuz. Kitapta da sıkça bahsedildiği üzere ‘insan oluş’ hikayesi. Belki de en büyük başarı hikayesi olan ‘insan oluş.’ Sanki başka bir boyuta geçiş hikayesi.

Mina, çok da uzak bir karakter değil bize, etrafımızda sürekli var olan karakterlerden. Sürekli ‘kurban’ rolünü oynayan tipler. Öyle ki bu insanlar şanssız, bahtsız, kısır bir döngüye hapsolmuş, hep haksızlığa uğramış, hayatta sorumluluk almaktan akılları çıkan, çareyi ve kurtuluşu hep dışarıda aramış kişiler ve mağduru oynamaktan hiç sıkılmayan tipler.

“Seyir eden misin, seyreden mi bu alemde?” Böylesi bir cümleden sonra Mina ve Celal’in saçma sapan ilişkisine dalış yapmak bende biraz şok etkisi yarattı. “Aaa gerçekten bunu mu okuyacağım” dedirtti o yüzden kitap başta elimde biraz süründü. İlk bölümü geçtikten sonra akmaya ve asıl konuya geçiş yaptı.

Dediğim gibi kurguya çok takılmayın bence, yazar da böyle yapmış. Yazar ağırlıkla zihin, bilinç, zaman, an, sorumluluk, hayatımızın kontrolü üzerinde durmuş ki benim kitapta en çok hoşuma giden taraf bu oldu.

Çocukluğumuzdan itibaren yaşadığımız her olay, zihnimize işleniyor ve zihnimiz bu olayları işlemekle de kalmıyor analiz edip ayrıştırıyor ve bazı sonuçlara varıyor. Yapay zekaya çok benzetiyorum; bilgiler yükleniyor ve olasılıklar üzerinden somut veriler oluşuyor. Bu yükleme aşamasında tarafsız olmadığımız için işin içine duygularımız karışınca zihin bulanıyor ve gerçeklik algısını kaybediyor. Örneğin kitapta Mina gençliğinde anne ve babasını kaybediyor ama bu olayı zihin bir kayıp değil de bir terk ediş olarak işliyor. Yani her bir olaya bakış açımız olayı değerlendirişimiz bunu da geçmişte yaşadığımız yani tecrübelerimize dayanarak yapıyoruz. Bu düşünceler zihni bulandırarak bizi geri çekiyor ve bizleri gerçek olmayan şeylere inandırıyor ve bu böyle devam ediyor. Bir müddet sonra gerçek olmayan bu düşünceler hayatımızı yönetmeye başlıyor. Hastalıklı düşüncelerimizle devam etmeye çalışıyoruz, ta ki dibe vurana kadar.

Kitap zihin ve bilincin kıyasıya mücadelesini çok iyi anlatmış. Özellikle yarattığımız çakma karakter olayına bayıldım. Zaman kavramına gelince, geçmişin karabasanlarından geleceğin kaygılarından kendinizi korumak için sadece ‘an’ı yaşayarak, akışta kalarak istediğiniz her şeyin nasıl da mümkün olacağını anlatıyor. Anı yaşamak her geçen gün daha da zorlaşıyor.

Takır takır işleyen bir sisteme nasıl dahil olacağınızı anlatıyor. Sistemdeki en büyük yanılgının bizim sisteme değil de sistemin bizim için çalıştığı gerçeği de kitabın ortaya koyduğu en büyük bombalardan biriydi.

Kısacası akışta kal, kendini bil, sabırlı ol, sorumluluk al gerisini sistem senin için halleder.