Zaman. İnsanların en büyük hazine sandığı ama asla tam anlayamadığı bir varlık. Ve işte ben, onun sinsi kıskacında sıkışıp kalmış biriyim. Onu alıp veremiyorum, onu çözemiyorum. Her geçen an, beni daha da içine çekerken, ben zamanın üzerimde baskı kuran bakışları altında kayboluyorum. O, ne kadar yakından bakılırsa bakılsın, asla tam olarak anlaşılmayacak bir sır. Ne zaman düşünsem ne zaman üzerinde düşünmeye vakit bulsam, sanki her şey parçalanıp dağılıyor.

Zaman, tıpkı çift kanatlı bir yaratığın hızla uçup gittiği karanlık orman gibi; gözlerimizi ondan alamayız, ama ne yöne gittiğini bile çözemeyiz. Çözemediğimiz zaman, sanki bir dize düşmüş harflerden oluşan bir şiirin ortasında kaybolmuş gibiyizdir. Kelimelerin arasında dolanırken, anlamı bulamayız. Cümleler, karmakarışıktır, anlatılmak istenen gizemli bir masalın içine dalıverir.

Zaman, bir bulmaca gibi ve her an yeni bir parçayla daha da karmaşıklaşır.

Gözlerimizi açtığımız ilk andan itibaren zamanın ellerindeyiz işte. İlk nefesimizi alırken, bir yolculuğun başlangıcını kutluyoruz aslında.

Her sabah uyandığımda, zamanla başlayan bir düelloya hazırlanıyorum.

Zaman, benim en büyük dostum olmalıydı, değil mi? Ama nasıl oluyor da zaman, en büyük düşmanım haline geldi? Belki de zamanın kendisi masumdu ama benim onunla olan ilişkim onu katil yapmıştı.

Bir zamanlar, zamanın önemsiz olduğunu düşünürdüm. Her zaman bolca vaktim olduğunu düşünürdüm. Ama zamanın özür dileyecek bir yanı yok. O, tek yönlü bir akışa sahip ve geri dönüşü yok. Geçmiş, bir film şeridi gibi geride kalmış anılarla dolu; gelecek ise belirsizliğin karanlık perdesinin ardına saklanmış.

Zaman, bir hırsız gibi; sessizce gelir, her şeyi alır ve sessizce gider.

Bazı günler, zamanın akışında yüzer gibi hissederim; sadece onun akıntısına bırakılırım. Diğer günler ise zamanın saniyelerinin, tıpkı avcumun içinde sıkıca tutmaya çalışırken kaybolan su misali, parmaklarımın arasından kayıp gittiğini hissederim. Ne kadar tutmaya çalışırsam çalışayım o, hep kaçar gider. Varoluşun bükülmüş dili gibi…

Zaman, benim kontrolümün ötesinde bir kavram ve ona direnmek, bir nehirle savaşmak gibi- sonuçsuz bir çaba. Çözemiyorum onu. Ne zaman geçip gittiğini ne zaman durduğunu. Belki de zaman, bir yanılsamanın gerçekliğidir.

Zaman gerçekten var olan bir şey değildir bile belki, sadece algımızda var olur.

Belki de her şey aynı anda var olur ama biz sadece bir noktada olanları algılarız. Belki de zaman, sadece bizim zihnimize yapışmış bir etikettir.

Geçmişte yaşayanlar, zamanın ne kadar acımasız olduğunu biliyorlardı. Hepsi toz olup uçup gittiler, geriye sadece anılarını bırakarak…

Geleceği planlayanlar ise zamanın karmaşası arasında boğuldular, umutlarını kaybettiler. Ve ben, şu anın yüceliğini anlamak için zamanla boğuşuyorum.

Zaman, aslında anıların toplamıdır. Zaman, yaşadığımız her anın birikimidir de bir yandan. Zaman, benim en büyük dersimdir ve her geçen an, gün yüzüne çıkarır bütün öğretilerini. Sessizce akıp giden saatleri öğretir bana.

Zamanı yakalamaya çalışmak yerine, onunla uyum içinde yaşamayı öğrenmeliydim. Zamanı durdurmak yerine, onunla oyunlar oynamalıydım. Zaman, bir düşman değil de bir dost olabilirdi.

Alıp veremediğim, çözemediğim zamanlarla dolu bir dünyanın içinde yaşamın kırılganlığını hissediyorum.

Biliyorum zaman, sadece benim için değil, herkes için bir muamma. Zaman, tam anlamıyla çözülemez. Ama belki de zamanın kendisi değildir önemli olan, onunla ne konuştuğumdur.

Belki de zamanın sırlarını tam olarak çözemem ama onunla olan ilişkimde güzel bir denge bulacağım.

Zaman, belki sadece yaşamak için bir fırsattır ve onu var edebilmek bize kalmış bir seçenektir.

Onunla dans ederiz, onunla mücadele ederiz, onunla küseriz, onunla barışırız. Ve her zaman, onunla yaşarız.  Alıp veremediğimiz, çözemediğimiz zamanlar, aslında yaşamın gerçekliğine şahittir.

Ve belki de onu tam anlamıyla anlamak, sadece yaşamakla ilgilidir.