Başka bir yerde olmalıydık, belki de şehrin en kuytu köşesinde; adından bir haber olduğumuz mahallede. Sokak lambaları titreyerek ışıldıyor, kuytuların duvarları hikayeler anlatıyor ve sokak kedileri anlamlı göndermeler yapıyor.

İşte böyle bir yer…

Adı belirsiz, varlığı mütevazi.

İptidai bir yer. Girişinde paslı bir tabela sallanıyor, adını taşıyan kırmızı ışıklar hafifçe titriyor. Adımını attığında sana doğru akan, kahve kokusuyla karışmış buruk bir hava var.

Güneşin solgun ışıkları, o eski çay bahçesinin kirli perdelerine sızıyor. Yorgun plastik sandalyeler, çürük masalar ve titrek ayaklar yerlerinde sabitlenmeye çalışıyor. Yıpranmış bir atmosfer. Masanın üzerindeki örtüler solmuş, zamanın izlerini taşıyor. Masalar öyle çelimsiz ki üzerine bir bardak koyulduğunda bile titriyorlar sanki. Her bir hareket yerinden oynamaya direnen cansız objelerin çıtırtısını çıkarıyor. Her adımda çıt çıt eden seslerle altımdaki zeminin güvensizliğini hissediyorum. Belki de bu kırık dökük yerin karakteri de bu zaten; zayıflıklarını saklamadan, çıplak bir şekilde ortaya sermek.

Çatal ve bıçaklar plastik ve eskimiş.  Ancak, her bir çatalın ucu yaşamın keskin noktalarının temsili misali. Bazen o keskin uçlara takılmak, bazen de kırılganlığın içinde kaybolmak.

Titreyen ellerle, plastik kaşığı çayımda döndürüyorum. Çatlak plastik bir tabloda kırık bir gölge gibi yansıyor hareketim. Çay, bardağın içinde dalgalanıp koyu kırmızımsı bir renge bürünüyor, sanki içinde sakladığı sırları belli etmek istiyor.

Bir soluk almak için yanaşan her nefes, buranın hafif plastik kokusunu beraberinde getiriyor. Plastik kaşığı çaya daldırdığımda, içinde dönüp dolaşan çay yaprakları arasında kayboluyor. Kimi zaman kahve, kimi zaman çay; her yudumda insanın içine sinen bir endişe, bir kuşku bırakıyor. Acaba zehirleniyor muyum?

O plastik kaşıkla çayını karıştırırken limonun yokluğunu düşünüyorum. Limon istesem, orada olmadığını biliyorum. Belki de orası için fazla lüks.

Burada limonun yokluğuyla yüzleşiyorum. Evet, limon yok. Belki de limonun varlığı aslında zehirlenmemi engelleyemeyecek.

Düşüncelerini sıkı sıkıya kavradığın o plastik kaşığın, çayını karıştırdığı o an, hayatın en derinindesin.

Belki de hayat limon gibi bir şey. Bazıları için vazgeçilmez, bazıları için ise hiçbir anlam ifade etmez. Çayını karıştırırken aslında hayatın ta kendisini tadıyorsun. Zehirlenmiş olabilirsin, belki de olmayabilirsin.

Belki de hayatın tadını alabilmek için, eksikliklere alışmayı öğreniyorsun. İçtiğim o limonsuz çay, hayatın bana sunduğu sınırlılıkları kabulümün izahı.

Hayat, bazen zaten zehirlenmiş olmakla başlıyor.

Zehirleniyor musun, belki de öylesine yaşamanın tadını çıkarıyorsun. Belki de burası hayatın kendisi. Eksikliklerle dolu ama bir o kadar da güzel.

Limonun yokluğunda bile hala bir yol buluyorsun yaşamaya, hala bir tat buluyorsun içindeki çayda.

Plastik sandalyelerin altında ne gizleniyor?

Zehir mi, yoksa özgürlük mü?

Belki de limon yoktur orada ama biraz cesaret bulunabilir.

Hayat tam da böyle bir yerde, biraz yamalı, biraz eski ama hala güzel. Kırık dökük, plastik sandalyelerin arasında gizli.

Ve belki de zehirlenmişsinizdir ama asla zehirleneceğiniz kadar değil.