Başkan Putin 1990'ların sonlarında iktidara geldiğinden bu yana Rusya ulusal bir canlanma yaşıyor. Rusya'nın 1990'lı yılların sıkıntılarını geride bırakıp kurulmakta olan yeni dünya düzeninde ben de varım demesi not edilmeli. Gürcistan'daki etnik ayrılıkçılara verdiği destek, Kırım'ı topraklarına ilhak etmesi, Ukrayna'nın doğusunda bulunan ayrılıkçı grupları desteklemesi, Esad rejiminin yanında yer alması, Libya'daki iç savaşa müdahil olması, Amerika'nın boşalttığı alanlara girip stratejik ağrılığını ispat etmeye çalışması, Batı dünyasının kendi içinde bölünüp özellikle Avrupa Birliği ülkelerinde Rusya yanlısı siyasi hareket ve partileri desteklemesi, Batıyı dengelemek ve büyük Avrasya coğrafyasına olan erişimini kısıtlamak için Çin'le aşırı yakınlaşması son yıllarda Rusya'yı dünya siyasetinin gündeminde tutuyor.
Kendi yakın çevresinde izlemiş olduğu saldırgan, iddialı ve neo-emperyal politikalar nedeniyle Rusya devamlı surette Batılı eleştirilerin odak noktasında yer alıyor. Putin'in Rusya'sının, kurulmakta olan yeni dünya düzeninin kurucu normları bağlamında Batılı güçlerle çeliştiği ortada. Rusya ne tür bir dünya düzeni öngörüyor ve hangi faktörler Rusya'nın yurtdışındaki stratejilerini ve politikalarını şekillendiriyor?
Son yıllarda Moskova ve Pekin arasındaki stratejik yakınlaşmaya rağmen, Batılı aktörlerle olan ilişkilerinin iyileşmesi durumunda Rusya'nın Çin'le olan flörtü kalıcı olmayabilir. En iyi şartlarda Çin, Batılı güçlerle olan ilişkilerinde Rusya için bir koz gibi duruyor. Rusya Çin'e yaklaştıkça, Rusya'nın alternatifsiz olmadığına dair Rus mesajı daha da güçleniyor. Avrasya Ekonomik Birliği, Şangay İşbirliği Teşkilatı ve BRICS'lerin kurulmasında aktif olan Rusya Batı'ya karşı yumuşak dengeleme stratejisi takip ediyor görüntüsü veriyor. Bunun yanında Rus liderler, Rusya'nın tarihi mirasının, muazzam askeri güç kapasitesinin, zengin doğal kaynakların ve devasa coğrafi büyüklüğünün Rusya'ya yeni dünya düzeninin oluşması sürecinde önemli avantajlar sunduğuna inanıyorlar.
Rus gözlemciler bir zamanlar galip batılı devletlerin mağlup Almanya'ya yaptıklarının aksine Soğuk Savaş sonrasında Rusya'nın mevcut uluslararası düzene meşru bir aktör olarak dahil edilmesi gerektiği fikrini devamlı şekilde dile getiriyorlar. Soğuk Savaşın sonundan bu yana Rusya'nın Batıyla yasadığı gelgitli ilişkinin temelinde Rusya'nın statüsünün ne olacağına bir türlü karar verilememiş olması yatıyor. Ruslara göre, tıpkı Napolyon sonrası Fransa'nın 1815'de Avrupa Uyum'una dahil edildiği gibi Yeltsin Rusya'sı da Soğuk Savaş sonrası küresel düzene meşru bir büyük güç olarak dahil edilmeliydi. Bazı karşı görüşlere rağmen, Rusya'nın Almanya'nın birleşmesine ve nihayetinde NATO'ya katılmasına verdiği destek karşılığında Batılı aktörlerin NATO'nun Rusya'ya doğru genişlemeyeceğine söz verdiğine inanılıyor. Ne var ki, gerçekleşen şey bunun tam tersi oldu. Bu nedenle, bugünün Rusya'sında güçlü bir hayal kırıklığı ve çevrelenme hissi hüküm sürüyor.
1990'lardaki Yeltsin dönemi, Rusya'nın Batı ile ilişkilerinde ciddi bir kırılmaya şahit olmadı çünkü Rusya bu dönemde zayıftı ve iktidardaki seçkinler modernleşme ve gelişmenin tek yolu olarak Batılılaşmayı görmekteydiler. Rusya Batıya karşı olan eleştirilerini dile getirmek için güçlenmeyi bekledi. Bu da Başkan Putin'in iktidarında gerçekleşti. Gelişen Rus ekonomisi ve Batılı güçlerin Rusya'nın yardımına olan ihtiyacının artması 11 Eylül 2001 saldırıları sonrasındaki dönemde Rus liderlerin Batılı liberal düzenin meşruiyetini açıkça soğrulmalarını mümkün kıldı. Rusya, Gürcistan, Ukrayna ve bazı Orta Asya cumhuriyetlerindeki renk devrimlerine şiddetle karşı çıktı. Rusya'nın bakış açısından, bu devrimci hareketlerin düzenleyicileri Batılı çevrelerin bu devrimleri gerçekleştirmek amacıyla kullandıkları yerel ajanlarıydı.
Moskova'dan bakıldığında, Rusya'ya mücavir bölgelerde demokratik değerlerin teşvik edilmesi Batı ve Rusya arasındaki küresel rekabetten ayrı düşünülemez. Bu durum, Ağustos 2008'de Rusya'nın Gürcistan'la savaşmasının ana nedeni gibi görünmektedir. Bugün Rusya Ukrayna'nın NATO'ya üyeliğinin yanında Avrupa Birliği'yle ortaklık anlaşması üzerinden günün birinde AB üyesi olması fikrine de şiddetle karşı çıkıyor.
Rusya'ya göre Batılı güvenlik kurumları, özellikle de NATO, Avrupa güvenlik sorunlarının tartışıldığı ana bölgesel platformlar olmamalı. Başkan Putin'in 2007'de Münih'te dile getirdiği gibi Soğuk Savaş sonrası Avrupasında NATO en başat güvenlik örgütü olarak hareket etmemeliydi. NATO'nun yerine daha kapsayıcı bir güvenlik mekanizması oluşturulmalıydı.
Kapitalist değerlere dayanan gelişmiş Batılı ekonomilerinden farklı olarak, Rus ekonomisi yarı-kapalı bir ekonomi ve ihracatında gaz ve petrol ürünlerine oldukça bağımlı durumda. Kapitalist ekonomik modernleşmenin nihayetinde politik liberalleşme ve demokratikleşmeyle sonuçlanacağı fikri Rusya'da olumlu yankılanmıyor. Rusya, birçok ekonomik faaliyetin devlet tarafından planlandığı ve gerçekleştirildiği bir ekonomik modeli benimsiyor. Ekonomik güç unsurlarının politik hedeflere ulaşma noktasında olabildiğince kullanılması ise Rus jeopolitiğinin önemli unsurlarından biri.
Post-modern düşüncenin kök saldığı ve güvenlik konularının daha çok alçak-politika sorunlarıyla bağdaştırıldığı Batılı ülkelerin aksine, Rusya, geleneksel güvenlik anlayışının hakim olduğu önemli ülkelerden biri. Ulusal egemenlik ve devletin topraksal ve toplumsal bütünlüğünün korunması Rusya için hale en önemli güvenlik öncelikleri. Rusya kendisini 'egemen demokrasi' olarak tanımlıyor ve Batının kendi liberal demokrasi ve evrensel insan hakları anlayışını dünyanın geri kalanına yayma girişimlerinden hiç hoşlanmıyor.
Rusya açısından bakıldığında, tarihsel deneyimler, jeopolitik gerçeklikler ve kültürel değerler dünya genelinde farklı demokrasi kavramlarını üretebilmeli. Evrensel insan hakları fikrini küresel politikanın merkezine koymak ve bu konuda Birleşmiş Milletleri yetkilendirmek veya çatışmalara maruz kalan yerlere çok-uluslu barış operasyonlarını göndermek Rusya'nın ulusal egemenliği kutsayan devlet odaklı güvenlik ve diplomatik kültürüyle çelişiyor. 1999'da Kosova ve 2011'de Libya'da düzenlenen çok-uluslu askeri operasyonlar Rusya'da hiç kabul görmedi. Rusya'ya göre evrensel olarak kabul edilmiş insan hakları yoktur ve 'koruma sorumluluğu' ilkesi çerçevesinde gerçeklesen çok-uluslu askeri müdahaleler Batı'nın emperyalist çıkarlarını maskeleme işlevi görmektedir.
Son yıllarda, Putin yönetiminin komünizm ve Ortodoks Hristiyanlığı Rus milliyetçiliğinin yeniden canlanması bağlamında ciddi bir şekilde araçsallaştırdığına şahit oluyoruz. Rusya'ya özgü mesihçi bir misyonla, Rus liderler, yok olmuş Rus imparatorluğunu geleneksel Hristiyan değerlerinin koruyucusu kimliği altında yeniden diriltmek istiyorlar. Rus yönetimi, dini değerlerin giderek erozyona uğradığı hedonist Batı toplumlarının İslam ve Çin medeniyetleri karşısında yenilmek istemiyorlarsa geleneksel Hıristiyanlık değerlerine bir an önce geri dönmeleri gerektiğine inanıyor. Rusya'nın bu yönde liderlik yapabileceğine dair inanç ise çok yüksek.
Dahası, Rus toplumu bireyci anlayış yerine ataerkil ve geleneksel toplumsal değerleri ön plana çıkarıyor. Diğer bir deyişle, sıradan bir Rus'un hayatı ortak toplumsal değerlerin bireysel mutluluk ve refah arayışı karşısında öncelikli olduğu fikriyle anlam kazanıyor. Büyük Rus ulusuna hizmet etmek dar bireysel çıkarların pesinden koşmaktan daha değerli görülüyor.
Rusya'nın liberal dünya düzenine olan yaklaşımı Batıyla olan ilişkilerinin tarihsel dinamikleri tarafından şekillendirilmiş durumda. Rusya'da modernlik ve gelişmenin Batılı değer ve uygulamaların kabul edilmesiyle olabileceğini varsayan güçlü bir tarihsel düşünce olsa da, Rusya'nın Batıyla ilişkilerinde en fazla göze çarpan pratik Rusya'nın kendini Batı ve onun liberal değerlerinin anti-tezi olarak tanımlamasıdır. Batı ve Doğu arasındaki geniş Avrasya coğrafyasında Rusya hem Batı hem Doğudur, ama her şeyden öte Avrasyalıdır. Avrasyacılığa göre Rusya, aynı zamanda hem Avrupa hem de Asya ülkesidir ve Rusya'nın tarihsel misyonu Avrasya bölgesindeki çeşitli toplulukları Rusya'nın ahlaki ve politik liderliği altında birleştirmektir. Rusya Avrasya bölgesinin jeopolitik lideridir ve Rusya'nın liderliği olmadan ne Rusya ne de diğer Avrasyalı topluluklar Avrupalı güçlerin saldırılarından korunamazlar.
Rus seçkinleri, Rusya'nın, Batı'dan üstün olmasa bile, en azından zeminde Batı'yla eşit olduğuna tavizsiz bir şekilde inanıyorlar. Batılılar Rusya'nın büyük güç statüsünü sorgulamaya ve Ruslara eksiklikleri konusunda ders vermeye devam ettikçe, Rusya kendisini Batı'ya karşıt olarak konumlandırıyor. Putin yönetiminin yirmi birinci yüzyılda Rus milli kimliğini yeniden tanımlama çabası bağlamında Rusya'nın geçmişte Napolyon Fransa'sı ve Hitler Almanya'sına karşı kazandığı zaferleri her geçen gün daha fazla araçsallaştırması tesadüf olmasa gerek. Kısaca Rusya hem kendi tarihini hem de dünya tarihini yeniden yazmak istiyor. Bunu da aşırı milliyetçi, geleneksel değerleri merkeze koyan ve jeopolitik düşünceyi önceleyen bir bakış açısıyla yapmaya çalışıyor. Rusya belki Çin gibi dünyaya bir model sunmuyor ve Batının hakimiyetine son verme noktasında Çin kadar güçlü değil. Ama en azından Batının oyunlarını bozma ve olası güç boşluklarından yararlanıp her daim kendini gösterme ve hatırlatma peşinde koşmaya devam ediyor.