Milo’nun ilk ve tek gerçek aşkını sizlere anlatmamın zamanının geldiğini düşünüyorum. İkisi de küçüklüklerinden beri birbirini tanıyorlardı. Araya başka aşkları da girdi ama birbirlerinin adını duyduklarında etrafa meraklı gözlerle bakmayı hiçbir zaman bırakmadılar.
Bugünkü hikayemiz Milo ve Maya’nın hikayesi. Maya, Milo ile aynı ırktan, minyon bir goldendı. Milo ile o kadar benziyorlardı ki diğer insanlar Milo’yu gördüklerinde Maya, Maya’yı gördüklerinde ise Milo sanıyorlardı. Onları gerçekten tanıyanlar bu farkı bariz bir şekilde görebilecekken hissiz ruhlarıyla bakanlar bu farkı anlamakta zorluk yaşıyorlardı.
Birbirlerini gördükleri ilk andan itibaren o kadar iyi anlaşmışlardı ki sanki bu dünyaya birlikte gelmişlerdi. Onların arasındaki iletişim, her şeyden güçlüydü. Evde Milo’ya “Maya nerede?” diye sorduğumuzda her köşede Maya’yı arar, Maya bizim evin önünden geçerken Milo balkondan ona bakar ve ağlardı. Kavuşamadığı için…
Zaman geçtikçe Maya ile nadiren denk gelmeye başladık. Hayat, sadece insanları bambaşka yollara savurmuyor. Artık ne Maya bizim evin önünden geçiyordu ne de Milo parkta onunla karşılaşıyordu. Zamanla kopmuşlardı ama ikisinin de içinde canlı tuttukları bir aşk vardı. Yıllar geçse de biz, “Maya nerede?” diye sorduğumuzda Milo, her köşede Maya’yı aramaya devam etti.
Milo’nun bu hayatta geçireceği günleri sonlandığında, Maya ile tekrar yollarımız kesişmeye başladı. Milo’ya olan hasretimle, Maya’ya her denk geldiğimde uzun uzun sevdim onu. O zamanlardan birinde öğrendim ki Maya da hala Milo’yu arıyormuş… “Milo nerede?” diye sorduklarında yaşadığı o heyecanından hiçbir şey kaybetmemiş. O zaman anladım ki Milo ile Maya’nın aşkı tahmin ettiğimizden de büyükmüş. Yolları ayrılsa bile kalpleri hep birmiş.
Bu durum bana Nazım Hikmet’in şu dizelerini hatırlattı: “…Sonra aramıza şehirler girecek, hiç karşılaşmayacağız. Tesadüfler bile bir araya getiremeyecek. Sonra da belki birimiz öleceğiz, diğerimiz hiç bilmeyecek”
Milo ve Maya’nın hikayesi bu dizelerle son bulmuştu.