Aidiyet biraz şey gibi; yolunu kendi bulan su, ittirmeden akan zaman, tutmadan peşinizden gelen gölge gibi. Kimsesiz bir ağacın köklerine işleyen toprak gibi; ne tam anlamıyla sahip ne de tamamen kayıtsız. Kökler, toprağa tutunurken hem ait hem de yabancı. Bir yandan büyümek için ihtiyaç duyar ona, diğer yandan kendini özgürleştirmenin yollarını arar.
Aidiyet... Hangi ruhun yamacına düşse bir kuytuluk, kimsenin anlamadığı bir dilde fısıldayan biri gibi. Hiç yön vermeden kendi yolunu bulmaya çalışan bir su misali.
İnsan, belki de en çok burada yitirir kendini; ittirmeden akan zamanın koynunda, tutmadan peşinizden gelen gölgenin izinde.
Zamanın elini tutmaya çalışmak ne kadar beyhude bir çaba ise aidiyeti yakalamaya çalışmak da o kadar nafile.
Zamanın sadece akışına tanıklık edersiniz ama onu kontrol edemezsiniz. Aidiyet de böyle; onun peşinden koşmak, bir gölgeyi yakalamaya çalışmak gibi.
Gölge, gün ışığının hilekârlığı; sizin peşinizden gelen ama asla sizin olmayan. Aidiyet de bu gölge gibi, takip eder sizi ama asla tamamen sizin değildir. Onun varlığı, sizin varlığınıza bağlıdır. Ama siz olmadan da o, kendi varlığını sürdürür. Bir ayna gibi; baktığınızda kendinizi görürsünüz ama dokunmaya çalıştığınızda eliniz boş kalır.
Bazen farkında olmadan, bazen de tüm benliğinizle hissederek yaşarsınız bu duyguyu. Hiçbir şeyin size ait olmadığı ama her şeyin size dokunduğu o ince çizgi. Bir yanda tanıdıklığın sıcaklığı, diğer yanda bilinmezliğin ürpertisi.
Çoğu zaman ne olduğunu tam olarak bilmezsiniz; sadece hissedersiniz. Bir rüzgarın yaprakları hafifçe kımıldatması gibi, aidiyet de izleriyle nazikçe sarsar ruhu.
İnsan, bu izi sürer mi bilinmez; belki de bu iz, insanı sürükler bilinmeze. Aidiyet de yolunu bulur su gibi; ne bir nehir debisi kadar hızlı ne de bir kuyu kadar durgun, tam ortasında bir yerlerde.
Bazen bir evin penceresinden süzülen güneş ışığıdır aidiyet; ne tam içeride ne de tamamen dışarıda. Bir yabancının tanıdık gülümsemesi gibi; tanımsız ama bilindik.
Bir kentin ortasında, yitip gitmiş bir yüzyılın yankısı gibi; hep var ama görünmez. İşte bu yüzden, insan kendini ait hissettiği yeri bulmak için sürekli bir arayışta. Bir duraklama noktası yok, çünkü aidiyet sabit değil, akışkan.
Kendi yolunu bulmak, bazen kendinden uzaklaşmak anlamına gelir. Aidiyet de böyle bir şey; bir yeri kendine yuva yapmak, oraya kök salmak, ama aynı zamanda o yuvadan dışarı çıkabilme cesaretini bulabilmek.
Kendi yolunu bulan su, her zaman en az direnç gösteren yolu seçer. Belki de bu, aidiyetin de en doğal hali; en az dirençle, en az çabayla, en az farkındalıkla. Bir dağın yamacında usul usul akan bir dere gibi; kimsenin fark etmediği, ama hep var olan. İnsan, bu dereyi takip ederken, asla suyun akışını değiştiremez; ancak onunla beraber akabilir. İşte bu yüzden, en büyük yanılsamadır aidiyeti kontrol edebilmek.
Aidiyeti bulmaya çalışırken, aslında onu sürekli kaybederiz. Bir adım attığınızda, o sizden bir adım uzaklaşır. Ona sahip olduğunuzu düşündüğünüz an, aslında çoktan kaybetmişsinizdir. Kendi kendini kovalayan bir rüyada uyanmak gibi; ne başı ne de sonu var.
Bir düş gibi, hep orada ama asla ulaşılmaz. Su, yolunu bulurken ne bir itmeye ihtiyaç duyar ne de bir çekilmeye. Kendiliğinden akar, kendi kurallarına göre hareket eder.
Bir yere ait olmanın verdiği huzur, aynı zamanda tutsaklıktır. Kökleriniz derinlere indikçe, hareket alanınız daralır. Ancak bu kökler, size güvenli bir sığınak sağlar.
Bir yere, bir insana bağlanmak, hem güven verir hem de sınırlar koyar. İnsan, bu çelişkinin ortasında denge kurmaya çalışır. Bir yanda özgürlüğün cazibesi, diğer yanda aidiyetin güvenli limanı. Hangisini seçerseniz seçin, diğeri hep aklınızın bir köşesinde kalır.
Kendinizi bir yere, bir insana ya da bir zamana ait hissettiğinizde, aslında bir yanılsamanın içinde yaşarsınız. Bu yanılsama, gerçeğin üzerini bir sis gibi örter. Bir yeri, bir kişiyi kendinize ait kılmak, o sisin ardında saklanan gerçeklerle yüzleşmeyi gerektirir. Ancak çoğu zaman, bu yüzleşmeyi yapacak cesareti bulamazsınız. Çünkü aidiyetin konforu, yanılsamanın da ötesinde.
Aidiyet, sahip olmayı umduğunuz, ama aslında hiç sahip olamayacağımızdır.
Aidiyet; geçici ve kırılgan, ama bir o kadar da derin ve kalıcı. Tıpkı bir su damlasının denize karışması gibi; o damla artık denize ait değil ama deniz onsuz eksik.
Aidiyet bir varış noktası değil.
Geçmişin gölgesinde, zamanın akışında, suyun yolunda.
Bir yandan ait hissettirir, diğer yandan hep bir şeylerin eksikliğini duyumsatır. Ne tam anlamıyla size ait, ne de tamamen yabancı.
Tuhaf olan da bu yolculuğun sonunda varılan yerin, aslında hep başladığınız yer olmasıdır.
Aidiyet, kendine dönmenin en dolambaçlı yoludur.