Televizyonlar, masalar, dergiler; her yerde bir ses, her yerde bir söz.
Kupaların ardında suskun bir su, bilirkişilerin dillerinde hayat tecrübelerinin izleri.
Şu televizyon ekranlarında yankılanan sözler... Sanki her biri birer orkestra şefi ama sesler koca bir karmaşa.
Herkesin anlatacak bir hikayesi var, peki dinlemek isteyen var mı?
O koltuklarda oturan, ceketlerinin düğmeleri kopmak üzere olan kişiler, bir yandan anlattıkça anlatır, diğer yandan içten içe kimseyi dinlemediklerini fark etmezler. Ne trajikomik olay!
Yankılanan sesler, koca bir boşluğa atılan taşlar gibi. Taşlar suyun yüzeyinde birkaç halkalanma yapar, sonra kaybolur. Ama biz, o halkalanmanın izini süreriz.
Bir danışmanın, bir bilirkişinin dudaklarından dökülen her kelime, kutsal bir mantra misali yankılanır. Kendi hayatlarının tecrübelerini anlatan bu insanlar, sanki her şeyi çözmüşler gibi.
Biz de sessizce susarız, hikayemiz çığlık çığlığa boğulurken.
Kimileri dışardan bakıp, "Bu mu dert?" der gibi. Bakışlarında biraz alay, biraz da hayret. Bir de benimkini gör edaları.
Bir yağmur damlası gibi, pencerede süzülen bir gözyaşı. Kimse görmüyor, kimse fark etmiyor. Ama o orada, sessizce akıyor. İşte, belki de en derin duygular böyle; sessizce akan, kimsenin fark etmediği.
Onlar ki kendi ağırlıkları altında ezilip, başkalarının yüklerine körleşirler. Herkesin bir hikayesi var ama kimse dinlemiyor.
İşte, balık gibi çırpınan kelimeler, suyun üzerinde boğulan sesler...
Birçok kimlik, birçok karakter... Hepsi bir kalıba sıkışmış, hükmeden, istila eden. Birer gölge gibi dört bir yana dağılmış, parmaklıklar ardındaki kimlikler…
Ama asıl sorulması gerekeni soran var mı? Dinlemek istediklerimiz soruluyor mu hiç mesela?
Yoksa kendi yankılarımızın içinde mi boğuluyoruz?
İnsanlar sabahları uyanır, aynaya bakar ve kılık değiştirme telaşına kapılır.
Kimileri belki de içindeki fırtınaları saklamak için giyinir; başkaları, sadece bekleneni sunmak için. Hayat, bir dizi gibidir. Herkes rolünü oynar; ancak, içimizdeki gerçek benlikler saklı, bilinmez bir yerde kalır.
Kimlikler ve karakterler kutulara tıkılmış, öylece bekliyor. Herkes bir model, bir kalıp içinde.
Nedir bu kalıpların hükmü? Neden herkes aynı şarkıyı çalmak zorunda?
Farklılıklar kutlanacağına, bir tehdit olarak algılanıyor. Oysa ki, o farklılıklar ruhumuzun en derin yerlerinden kopup gelen tınılar değil mi?
Kaldırım taşlarına basarak ilerlerken, bir an durup etrafıma bakarım. Her yüz, bir hikaye taşır. Kimisi yorgun, kimisi umut dolu, kimisi de tamamen kaybolmuş. Kaldırımlar, hayata dair izleri saklar.
Ama kimse dinlemez; çünkü herkes bir şeyler söylüyor.
Bir bardak suyun içinde dönen dünyalar var. Bir yudum aldığınızda, sanki tüm evreni içiyorsunuz. Ama kimse bunun farkında değil. Yudumlanan her su, bir duygudur nihayetinde. Fakat bu, sadece bir bardak sudur, değil mi?
Etrafta sayısız gördüğümüz kalıplara sığdırılan kimlik ve karakter biçimleri hükmediyor, istila hatta. Ne hissettiğimizle mi ilgileniliyor yoksa ne hissedebileceğimizle mi?
Hangi dürtülerle, hangi anılarla yoğrulmuşuz, bir başkasının ellerinde yoğrulmuş hamur gibi mi olmak zorundayız?
Bir çocuğun gözlerinde gördüğünüz saf merak, hayatın gerçek anlamını hatırlatır. Onların dünyasında her şey mümkündür. Büyüdükçe, bu mümkünsüzlükler daralır, hayaller küçülür. Toplumun beklentileri arasında sıkışıp kalırız.
Belki de duygularımız bir vitrinde sergilenen porselen bebekler gibi. Hepsi kırılmaya mahkum, hepsi bir rafa dizilmiş, süs eşyaları gibi...
Bir kedinin sessiz adımlarında, bir ağacın yapraklarının hışırtısında, bir yağmur damlasının toprağa düşüşünde saklı olan huzuru buluruz. Ama kimse bunu fark etmez.
Çünkü herkes bir şeyler söylüyor.
Evet, herkes bir şeyler söylüyor!
Ama kimse duymuyor. Kimse dinlemiyor.
Bu devasa kakofoninin içinde, sesimiz boğulur, çığlıklarımız bir yankı bile oluşturamaz.
Duygularımız, toplumun kalıplarına sığdırılmaya çalışılır. Özgünlük, bir lüks değil, bir risk haline gelir.
Bir gece yarısı, yıldızların altında otururken, gökyüzüne bakıp düşündüğümde, insanın bu koca evrende ne kadar küçük olduğunu fark ederim. Her yıldız, bir umut ışığıdır. Ama çoğu zaman, bu ışıkları görmezden geliriz; çünkü yeryüzünde kendi küçük dünyalarımızda boğuluruz.
Kendimizi büyük hissetmek için, etrafımızdaki küçük şeylere değer veririz.
Bir şehre benzetsek hayatı, hangi sokaklardan geçiyoruz?
Kapalı kapılar ardında fısıldanan sırlar, yüksek binaların gölgeleri altında kaybolan umutlar...
Şehirde yankılanan sesler gibi, içimizde yankılanan duygular. Yitip giden çocukluk anıları, unutulmaya yüz tutmuş yüzler, silikleşen hatıralar...
Ve sonra, bir köşe başında, bir çiçek açar. Kimse fark etmez belki ama o oradadır.
Sessiz, kendi halinde... Bir an için durup bakmak, o çiçeğin kırılgan güzelliğini görmek. İşte o an, dünyanın bütün gürültüsü diner.
Bir anlığına bile olsa, gerçekten hissedilen duygular vardır. Kendine özgü, kendi dünyasında parlayan.
Bütün bu kalabalığın ortasında, kendi içimize dönüp bakmak gerek. Bir çiçek gibi, kendi köşemizde sessizce açmak. Kendi hikayemizi, kendi yankılarımızla yazmak.
Dünyanın gürültüsü içinde, sessiz bir çiçeğin hikayesini duyabilmek. Kim bilir, belki de asıl mesele bu... Kendi yankılarımızı duyurmak, kendi duygularımızı hissedebilmek.
Herkes bir şeyler söylüyor ama gerçekten duyan var mı?