İnsan, kendi kaderini şekillendirme arzusuyla dolu bir varlık olarak dünyaya gelir.

Hayat, onun için oyun gibidir; bazen stratejik hamlelerle dolu bir satranç tahtası, bazen de kumarbazın zar atma cesaretiyle sınav verdiği rulet masası.

Ancak her oyunun bir sonu vardır ve bu son, genellikle kazanç veya kayıptan ziyade oyunun kendisinden çıkmaktır.

Gözlerimiz kör bir karanlığa mahkum edilmişken, gerçekliğin acımasız yüzü önümüzde duruyor.

Düşlerimizin perdelendiği bu dünyada, varoluşun trajikomikliğine gülümser oluruz. Hayat, bize en iyisini yapma arzusunu tattıran ancak bizi bilinçsizce tüketen bir rüya.

Elinden gelenin en iyisini yapmak, insanın içindeki koca bir ferahlık hissidir.

Kararlarını bilinçli bir şekilde vermenin verdiği huzur. Elinden gelenin en iyisini yapmak, bir nefes gibi hafifletir insanın yükünü, güvenin ışığında parlayan bir umut ışığı gibi.

Fakat gerektiğinden fazla verildi mi, iltihaplanma yaratır ardında. Bir tür duygusal aşırı doz, bir çiçeğin aşırı sulanıp köklerinin çürümesi gibi.

Umutlar her zaman bir oyunun kumar masasından ibaret midir?

Kimi oyunlar vardır; kazanç elde etmek bir galibiyet gibi görünse de, asıl ödül oyundan sağ salim çıkabilmektir.

İyi niyetin sınırları bazen incitir. "Fazla iyi" olmanın yarattığı bu pasif-agresif kaos. Bir meltemde kaybolmuş ölümcül düzen.

Oyun masalarında, kazanç sadece altın bir son değil. Bazen oyundan çıkabilmekten ibaret.

Oyunun kurallarına hakim olmak, zamanında durmayı bilmek ve istediğin zaman masadan kalkabilmek...

Kazanç ve kayıp arasındaki ince çizgiyi görebilmek, ruhun olgunluğundan bir pay.

İnsan içindeki derinliklerde, ferah bir umut arar. Bir bilmece gibi çözülmeyi bekler hayatın anlamı.

Bazen tutku ve bazen umutlar, zihnin dünyasında devleşir. Mantığın sükûneti yerine, duyguların galeyanında. Kazanç ve kayıp, birbirine karışan renklerin paletinde.

Şansın hileli oyunları, bir iltihabın kokusunu yayar. Gereğinden fazla avuntunun, yüreğe yüklediği ağırlık gibi tıpkı. Ferah bir nefes ararken, iltihaplanmanın gizli yarası.

Elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışmakla, gerektiğinden fazla şans vermeye çalışmak arasındaki ince çizgi, insanın içindeki dünyada iltihaplanmayı doğurur.

Şans, bir hilebaz gibi insanın gözlerinin içine bakan, her daim kaçınılmaz bir şekilde onunla oyun oynamak isteyen bir varlık. Şans, kimi zaman müthiş bir cömertlik sunar, kimi zaman da alabildiğine acımasızlıklar.

Gelmiş geçmiş en büyük aldatmaca, insanın kendine olan inancıdır. Görkemli bir halı altında gizlenen gerçek, şansın muazzam kılıcıdır. İnsan, bu kılıcın keskinliğini anlamadan, kıyısında oyun oynamaya cüretkardır.

Oyun dedikleri, içi boşaltılmış bir umut kasidesidir aslında. Kazanç, sadece bir araç olabilir; asıl mesele, o araçla yol almanın çelişkilerle bezenmiş yolu.

Ne tuhaftır ki, insan doğası gereği her gün aynı hataları yapma yeteneğine sahip bir varlık. Oyun, bu hataların mükemmel bir tezahürüdür. Başarısızlıkla yüzleşme cesareti göstermektense insan, umutsuzca kazanma yolları arar. Halbuki her kazanç, bir kayıptır da.

Oyunun kuralları, sadece saatin tik takları gibi; sonu gelmeyen bir döngüde, insanı aynı noktaya geri getirir.

Şans, aldanmış bir dilenci gibidir. Ne kadar çabalarsanız çabalayın asla istediğiniz kadarını vermez.

Hırslı bir oyuncu, bu gerçeği kabul etmektense, şansın kendisine düşmanca bir tutum içerisinde olduğunu iddia eder.

Belki de gerçek kavga, insanın kendi dünyasında, umutla mantık arasında sıkışıp kaldığı noktadadır.

Henry David Thoreau'nun dile getirdiği gibi, "Gitmeye cesaret edemediğin bir yolun, hiç varılmayacak bir menzili olur."

Zira oyunun kendisi, bir sonun varlığına işaret eder.

Oyun bitmeli, oyuncu çıkmalıdır sahneden.