İçimdeki küçük kızla gün aydın olsun demek istedim bu sabah.

Ama muhalefetteyiz yine.

O ellerimden çekiştiriyor.

'Haydi uçurtma yapıp, kırlarda peşine düşelim.'

Yanıt vermiyorum ama buna hiç aldırmıyor.

'İstersen ağaçlara çıkıp iğde toplayalım, dizlerimiz yara bere içinde kalsın.'

Suskunluğum devam ediyor.

Rengarenk hayallerimizi döküyor bir bir.

'Haydi perili köşkün bahçesine girelim gizlice. Tozlu pencerelerden içeriye bakıp sonra da hikayeler uyduralım. Korkutalım birbirimizi.'

Gülümsüyorum.

Keyifle devam ediyor.

'Tom Miks, Zagor ve Teksas'ları yatağın altına saklardık, sonra da onları sınıftaki çocuklarla takas ederdik ya, Kulver Kalesi'ni, Suzi'yi, Tom Miks'i anlatayım mı sana?'

Çocukluğumun kahramanlarına kocaman birer öpücük gönderiyorum.

Anılarımızı didikliyor arsızca.

'Perde, mum ve birkaç karton figürden oluşan şovumuzu apartmanın bodrumunda para karşılığı mahallenin çocuklarına sahnelerken fena yakalanmıştık anneye. Hatırlıyor musun?'

Gülmeye başlıyorum.

Hiç ara vermeden devam ediyor.

'Demir patenlerimizle yarış yaparken sen kötü düşmüştün de alnına 3 dikiş atılmıştı. O dikiş izleri geçti mi?'

Hayır. Geçmedi.

Birlikte yaşadıklarımızdan seçtiklerini hatırlatmayı sürdürüyor.

'Babanın, yatağına bıraktığı boyun kadar ağlayan taş bebekle uyandığında ne çok şaşırmıştın değil mi?'

Gözlerim doluyor.

Canım acıyor.

Susturmaya çalışıyorum.

Susmuyor.

Canımı daha çok acıtmak istercesine 'Sana büyümek çok tehlikeli, kal benimle demiştim' diyor.

Poyrazla karışık sıcağın yüreği kavurduğu bu şaşkın eylül sabahında ruhtaki arıza yeniden baş gösteriyor.

Kafada deli sorularla güne başlamanın yorgunluğu içindeyken saat yönünün aksine çalışan beyin geriye dönüp baktığında çok yol almış olduğunu sansa da, bir arpa boyu yol değil aldığını sandığı.

Çocukluk en savunmasız, en masum yıllar,

20'ler kavak yellerinin büyülü hışırtısı karışmış gelecek telaşı,

30'lar bir şey olduğunu sanırken aslında hiç bir şey olmadığını anlamanın şaşkınlığı,

40'lar hayatta her şey olabilir olgunluğu,

40'ların sonu ki 50 demeye dilim varmıyor,

50 yere düşen burnu usulca eğilip yerden alabilmenin erdemiymiş meğer.

Yaşı 60'ı geçmiş ünlü bir sanatçı röportajında diyordu ki, 'Aynadaki yaş 65 olsa da ruhum 20.'

Bu cümle çok klasik gelse de birçoklarına, gerçek ne yazık ki bu.

Durum böyle olunca ruh ve beden çatışması başlıyor kıran kırana.

Çoğu zaman beden ağır bassa da bu çatışmada, ruh dimdik ayak diremeye devam ediyor.

Ruh, içindeki çocuğa sımsıkı sarılı.

Beyaz saçlar, yüzdeki ince çizgiler haince sırıtıyor aynada.

Bu çatışmasının tam ortasında 'Nasıl çabuk geçmiş hiç geçmeyeceğini sandığım yıllar' cümlesi düşüyor dile.

Ardından geçen o yıllarla hesaplaşma başlıyor.

Bu çatışma sürüp gidiyor.

Galibi olmadan...