Parfümle aramda vazgeçilmez bir aşk var.

Bir kadın ne kadar güzel giyinirse giyinsin, ne kadar bakımlı olursa olsun, ona ait bir parfüm yoksa eksiktir diye düşünüyorum.

Parfüm seçimi de öyle kolay iş değildir ama. Tenle buluştuğunda etrafa yayacağı koku, saç rengi, ten rengi ve yaşa göre değişir. Bir de mevsimlere göre.

Kendine yakışan parfümü bulabilmek zahmetli bir iştir. En azından benim için öyle oldu. İtiraf etmeliyim ki ben kullandığım parfümleri seçerken hikayelerinden çok etkilendim.

Mesela Diorissimo...

İçinde aşk, imkansızlık, ihanet, ölüm ve savaşın izlerinin en çarpıcı şekilde anlatıldığı Johannes Mario Simmel'in 'Love is Just a Word' romanındaki Oliver ile Verena'nın aşkının hikayesi Diorissimo... Derin ama imkansız bir aşk. O romanı okuduktan sonraki ilk gerçek parfümümdü Verena'nın kullandığı Dior'un Diorissimo'su. Yasemin kokusu sanırım 17 yaşıma yakışmıştı.

Mesela Chanel No 5...

Marilyn Monroe'nun bir gazetecinin sorduğu 'Gece yatakta ne giyersiniz?' sorusuna verdiği 'Sadece Chanel No 5' yanıtıyla klasikler arasında yerini alan, hayli ağır ve ilk gençlik yıllarıma uymayan bir parfüm olmasına karşın hikayesinden etkilenerek aldığım parfüm.

Versace'nin Versus'u da bir dönem kullandığım parfümler arasında. Kadife sesine hayran olduğum Celine Dion'un bir röportajında kullandığını söylediği parfüm.

Dior'un Posion isimli parfümü uzun süre kullandıklarım arasında. Tanıtımında 'Dior'un efsanevi yasak meyvesinin gizemi ile kadınsı bir cüretkarlığın, sihirli ve modern aşk iksirinin karışımı' şeklinde lanse edilen...

Givenchy Amarige isimli parfüm de öncekiler gibi hem hikayesinden hem kokusundan etkilendiğim bir koku. Aşkı özünde barındıran.

'Parfüm bir kadının vazgeçilmez aksesuarıdır' diyen, bir başarı öyküsünün unutulmaz kahramanı Coco Chanel'in Allure isimli parfümü de çok sevdiklerim arasında. Siyah kazak ve 10 tane inciden oluşan kolyeyle bir moda yaratan bu muhteşem kadını hatırladım her kullandığımda.

Ve son 10 yıldır Jean Paul kullanıyorum. Artık benim bir parçam. Vazgeçilmezim.

* * *

Bu satırları okuduktan sonra 'Parfümle ilgili yazı da nereden çıktı sabah sabah?' diyebilirsiniz. Anlatayım.

Büyük bir alışveriş merkezindeydim. Onca insanın kokusunun birbirine karıştığı o ortamda birden bir yerlerden bir esintiyle geldi burnuma. O parfümün kokusuna benziyordu. Bir an durakladım. Yıllar öncesinden 'Dönerken bana Cacharel Lou Lou getirir misin?' cümlesi yankılandı beynimde. Kendimi o kalabalıktan dışarı atıp bir yere oturdum bir fincan kahve içmek için. Daha doğrusu düşünmek için.

* * *

New York'taki öğrencilik dönemimde, bir kış gününde, lapa lapa kar yağarken almıştım haberi. Canım o kadar yanmıştı ki soğuğa, kara aldırmadan Central Park'ta aldım soluğu, uzun bir yürüyüşün ardından. Bir banka oturdum. Ağlayamıyordum. Nerede olduğumu bile algılayamıyordum. Sanki tüm bedenim donmuş gibiydi. Gözüm parktaki John Lennon anısına yaptırılan Imagine mozaiğine takılı kaldı.

Eve döndüğümde ne kadar zaman geçmişti bilmiyorum. Bavulumun içindeki Cacharel Lou Lou şişesini çıkardım. İşte o anda hüngür hüngür ağlamaya başladım.

O soğuk kış gününde ben en yakın arkadaşımın ölüm haberini almıştım, memleketimden binlerce kilometre uzakta.

Arkadaşımın istediği parfümün kokusu, onun ölümünden yıllar sonra hiç beklemediğim bir günde, bir anda onca kalabalık arasında bir esintiyle adeta yüzüme çarpmıştı. Ruhumu ve kalbimi sarsmıştı.

Nurda yat canım arkadaşım.

Allah seni misk kokulu cennetinde ağırlasın...